12 Mart 2011 Cumartesi

Empati kurabildiğiniz kadar sempatiksiniz

Uzun zamandır yazmıyordum, özlemişim. Hazır hafta sonu gelmişken ve hissedilenler de epeyce birikmişken yazmamak olmaz dedim. Yazımın başlığından anlaşılacağı üzere empati kuramayanlar yani dünyada tek gerçek kendileriymiş gibi yaşayanlardan yana epeyce dertliyim, dertliyiz biz bencil olmayan, vicdan sahibi insanlar olarak. Bu yüzden de içimden geldiği gibi yazmak istediğim, içimi dökmek istedim. Yazarken fonda çalan, çok geç keşfettiğim The Civil Wars adlı şahane grubun "Dance me to the end of love"a yaptığı enfes coverı dinliyorum ve okurken sizin de fonunuzu doldurması açısından paylaşmak istiyorum.
Evet, gelelim konumuza. Günlerdir etrafımdaki bazı dostlarımla yaptığımız hararetli konuşmalarda hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. İnsan ilişkilerinde yaşadığımız büyüklü küçüklü sorunlarının çoğunun sebebi kişilerin kendilerini düşünmesi değil, "sadece kendilerini" düşünmesi oluyor çoğu zaman. Yani sorun şu ki; nasıl dilimizden düşürmediğimiz bir "seni seviyorum" sözü varsa o sözün getirdiği de bazı sorumluluklar olduğunu ve bunlardan birinin de sevdiğin, değer verdiğin insanı kendin gibi düşünmek olduğunu bir türlü algılayamıyor insanoğlu. Çoğuna göre birini, bir şeyi sevdiğini söylemek daha çok sevilmek için atılan bir yem gibi. Ve insan, salt bencilliğinden vazgeçmediği sürece asla gerçekten sevemeyeceği ve mutlu olamayacağı gerçeğinin farkına varamayacak kadar kör bakıyor dünyaya. Anlık zevkleri, egosu uğruna ruhunun en derinine inemeyip; mutluluğun ve iç huzurun sadece aynada gördüğü gülümseyen yüzden değil de sevdiklerinin yüzündeki gülümsemede pay sahibi olmaktan geçtiğini fark eden kaç insan var ki bu dünyada? Kim ki bu gerçeği fark etmiş ve ona göre yaşıyor, o insanlar fark edilir zaten dostlarının sayısı ve niteliğinden. Çevresindeki kalabalıktan demiyorum dikkatinizi çekerim, o kalabalıkların içinde yalnız çünkü çoğu. Ve en kötüsü de doğruyu, gerçeği göremeyenin halidir. Hepimiz düşeriz bu hale ama eminim çoğumuz bir ders alarak devam ederken hayatımıza, yanlış olanı çıkartıp doğruya yer açarız. Yani zarar görmemek adına, güzele yüzümüzü dönüp hayatımızı iyilerle doldurmak adına böyle yapmayı tercih ederiz. Böyle yapmayıp, kötüyü, çirkini, yakışmayanı hayatından çıkarmayan, çıkaramayan insanlarsa sadece kendilerine değil sevdiklerine ya da onları sevenlere de zarar verirler. Biz dokunduğumuzu güzelleştirmek için yaşayan bir grup aptal değiliz! Bir bildiğimiz var bu hayatta, bu yüzden bu kadar içten gülüyoruz sadece 32 dişimizle değil, tüm benliğimizle, kalbimizle. Bu yüzden sevdiğimiz insanlara zarar vermiyoruz, koruyoruz yeri geliyor kendimizden, kıyamıyoruz. O yüzden mutluluk oyunu gibi gelmesin bu mutlu olamayanlara, bu hayatın ta kendisi, bizim için en büyük gerçeği. Bu yüzden yanımızda bizimle iş için güç için, geyik için, sohbet için kısacası çıkarları için değil de gerçekten olmak istedikleri için olan onlarca insan var. Biz gerçek insanlarla, gerçek ilişkiler yaşayıp gerçek diyaloglarla gerçek masallar yazan bir grup insanız şu dünyada. O üzerinde yaşadığınız sömürdüğünüz dünyada hala güzel olan bir şeyler varsa bu da bizim gibi insanlar sayesinde oluyor aslında. Bu yüzden bu dünyada tek başınaymışçasına yaşayan, kararlarını sadece kendi çıkarları doğrultusunda veren, hayatında olup bitenin, eylemlerinin, hayatına aldığı insanlarının eylemlerinin sonuçlarını düşünemeyen ve amaçlayarak ya da amaçlamayarak sevdiği insanlaraa maddi manevi zarar veren, onları koruyamayan herkesi omuzlarından tutup silkeleyip "Yalnız kalacaksın, yalnız!" diye uyarasım var. Aptal insana da tahammülüm yoktur ama en fenası bencil insan bence. Düşünsenize kimseyi düşünmeden, sadece kendi keyfine göre yaşayan birini kim ister ki hayatında? Dünyanın en güzel kadını, en havalı erkeği de olsa antipatik gelmez mi size? Daha geçen gün konuştuk dostlarla; yanındaki kız arkadaşı, sevgilisi rahatsız olur diye, karşı cinsten sevdiğimiz bir arkadaşımıza rastladığımızda nasıl selam vereceğimize bile 40 defa düşünüp öyle karar veriyoruz biz. Hassas dengeleri bozmamak adına, değer verdiğimiz belki de sadece bir sınıf arkadaşımızın hayatında herhangi bir hoş olmayan diyaloğun nedeni olmamak adına kafatasımızın içindeki beynimizi kullanıp elimizi de vicdanımıza götürüp aklımıza eseni değil de en doğru olanı yapmaya çalışıyoruz da yapmayanın aklından kalbinden zoru ne? Bu kadar mı zor bir insana, hayatına ve sevdiği insana saygı duymak? Duyamayanların kaçının hayatında şimdi o sevdiği insanlar, o sevgililer, o dostlar? Hayatımıza, varlığımıza, beğenilerimize, zevklerimize, başarılarımıza, yaptıklarımıza, yapamadıklarımıza ve her şeyden önce sevdiklerimize saygı duyamayanları; bizi tanımadan, hissetmeden, bilmeden sevdiklerini sananları hayatımızdan çıkarmadan bu dünyada bize huzur yok a dostlar. Dost olalım, sevgili olalım, abla-abi olalım hepimiz, hayatına girdiğimiz insanlardan sorumluyuz, uzaktan bakmak olmaz, kalbe girmek orayı tanıyıp orada kalabilmek lazım. Empati kurmak lazım, ben ben ben diye başlayan cümleleri bırakıp "O" diye düşünüp adım atmak lazım bazen. Zor değil korkmayın, kendinizi düşünürken yanında başka birini de düşünerek attığınız her adımdan sonra karşınızda size bakıp gülümseyen yüzü görmeye değer inanın.
Empati kuralım, kurmayanları uyaralım, sevelim sevilelim. :) Çok damar olacak belki ama yokluğumuzda, hatta ebedi yokluğumuzda düşündüğümüz kadar düşünüleceğiz ve o günün ne zaman geleceğini, o gün gelene kadar asla bilemeyeceğiz.
Mutlu kalın, sevdiklerinizle ve sizi sevenlerle kalın. Ben öyle yapıyorum, çok güzel oluyor. :)

15 Şubat 2011 Salı

Looklet diye bir şey varmış.

Hiçbir zaman moda delisi biri olmamışımdır ama söz konusu kıyafet ise çoğu dişi gibi benim de ayrı bir ilgim olduğu inkar edilemez bir gerçek. Ama hiçbir zaman moda diye vitrinde her gördüğünü giyen, beğenen biri de olamadım. Mesela küçükken her gördüğü Barbie bebeğe sahip olmak isteyen kızlardan değidim. Bir tane isterdim, alırdım onu. Sonra özenle kıyafetini çıkartır ve evde bulup bulabileceğim her türlü kumaş, kurdale gibi malzemelerden, önce çizip sonra dikerek hayalimde canlandırdığım kıyafetleri yaratır ve elimde manken olarak kullandığım bebeğime giydirirdim. Aynı şekilde, gazetelerin verdiği karton bebeklere de benzer taktiği uygulardım. İlk başlarda gazetelerin verdiği bebekleri alıp üzerlerine kendim kıyafet çizip keserdim. Daha sonraysa gazetelerin verdiği bebekleri de beğenmeyip kendi karton bebeklerimi yapmaya başladım. Gerçi o dönemlerde her türlü oyuncağımı kendim yapıyordum. Kartondan evler, kendi yaptığım Şans Yolu ve Çarkıfelek oyunu bunlardan hatırladıklarım. Neyse lafı fazla uzatmayayım, bütün bunları kendim yaparken oyunlardaki ya da bebeklerdeki her türlü ayrıntıya kendim karar veriyor olmam, aldığım zevkin en büyük nedeniydi belki de. Ne yazık ki kıyafet söz konusu olduğunda ve gerçek hayata döndüğümüzde her istediğimiz modeli bulmak, almak, giymek pek kolay olmuyor. Belki de bu yüzden bu oyunlar, bebekler bu kadar ilgimizi çekiyor. Bu gün ben de, var olan parçalarla bize kıyafet kombinasyonu imkanı sağlayan çok güzel bir site buldum. Çocuk oyun sitelerinde çokça vardır böyle oyunlar, yok şunu giydir, yok bunu süsle diye. Ama bu sitedeki modellerin ve elbette kıyafetlerin gerçekçiliği, yarattığınız sonuçtan oldukça tatmin olmanızı sağlıyor. Gördüğüm kadarıyla Hey Girl yaş grubu kızların akın ettiği bir yer olsa da, orada kimlerin olduğundan çok benim orada neler yaptığım önemli olduğundan bu durumun çok da umurumda olduğunu sanmıyorum. Buraya üye olduğunuzda yaptığınız kombinasyonlar diğer üyeler tarafından beğenilip oylanabiliyor ve diğer pek çok platformdaki takip mantığı burada da var. Günüm çok da dolu geçmezken, Facebook'da bir arkadaşımın yaptığı güzel kombinasyonu görerek tanıştığım bu site beni epeyce bir oyaladı, iyi de oldu. Siz de o çocukluğumuzun bir döneminde elimizden düşmeyen karton bebekleri benim gibi özlediyseniz mutlaka bir göz atmalısın. Kıyafetlerin ve aksesuarların gerçek tasarımcıların gerçek modellerinden oluştuğunu size söylememin de bu sitenin dikkatinizi çekmesinde epey bir faydası olur sanıyorum ki. :) Aaa sitenin adını söylemedim mi yoksa? Buyurun buradan girin o zamansa: http://looklet.com

Bu da benim ilk Looklet deneyimim. Gerçekten bu modelin üzerindeki her bir parçaya sahip olmak istiyorum. Güzel hatunun saç ve göz rengi de dahil olmak üzere.

Bu eğlenceli siteyle tanışmama vesile olan sevgili M.Y'ye teşekkürlerimi sunuyor, herkese dolu dolu geçecek renkli günler diliyorum.
Mutlu kalın.

8 Şubat 2011 Salı

"Aşk Tesadüfleri Sever"


"Bence "Aşk Tesadüfleri Sever" filmine sevgilisi olanlar gitmemeli. Hayatı boyunca biri tarafından gerçekten bir aşkla sevilmediği ya da hiç gerçekten aşık olmadığı gerçeklerinden biriyle belki de ikisiyle birden yüzleşebilecek kadar güçlü değilken çoğunuz(çoğumuz), hayatında biri olanlar için bu zorluğun iki katına çıkma ihtimali var. Filmi sevmeyenlere saygım sonsuz ama ben daha güzel bir aşk filmi izlememiştim."
Dün akşam "Aşk Tesadüfleri Sever"i izledikten sonra aynen böyle yazmıştım facebooka. Bir şey yazmalıydım çünkü, içimde dışarı atmadan kurtulamayacağım büyüklükte bir duygu yoğunluğu vardı. Film şöyle güzeldi böyle güzeldi demek anlamsız ve yersiz olacaktı. O yüzden filmin benim üzerimde bıraktığı en derin etkiyi paylaşmak istedim. Çünkü sevgilisi olan , uzun yıllardır bir ilişkisi olan, ömrünün çoğunu aynı insanla evli geçiren çok kişi var ama hepsinde var mı AŞK? Yıllarca uyandığında yanında aynı insanı görüp ve her sabah o insana dokunduğunda kalbi aşkla çarpabilen, sadece yanında o olduğu için bile mutlu olabilen, tüm egolarından sıyrılıp sıkmadan, karışmadan, onun varlığının her zerresine saygı duyabilen kaç insan var ki? Hep beğenildik, birilerinin sevgilisi olmamız istendi de kaçı bize böyle aşıktı? Gerçekten de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak eminim. Aşk; hayatımdaki çoğu insanın bana kanıtlamaya çalıştığı gibi sıradan bir heyecan, gelip geçici bir heves, uzun yıllar değil sadece bir süre devam eden, fazla abartılan bir duygu değil. İşte tam kendi masalsı aşk inancımdan bile şüphe duymaya başladığım zamanda imdadıma yetişti bu film. Ona sadece film demek de çok eksik kalıyor ki ben dünden beri, durup dururken oradaki sahneleri düşünüp sanki gerçeklermişçesine etkilenip hiç sebep yokken gözlerimden damlalar süzülürken buluyorum kendimi. Pencereden süzülen güneşe önce gülümseyip sonra ağlıyorum. Aşk gerçekten var ve o öyle yüce bir duygu ki bazılarının küçük hayatları, dar bakışlarının içine dahil olup kendini gösteremeyecek kadar büyük kalıyor çoğu zaman. Ama ben bu filmi izlerken onu gördüm; daha önce hiç görmediğim, hiç anlatılmadığı kadar güzel bir şekilde hem de. "Zaferlerim"in çaldığı o karanlık sahnede, adamın canı yana yana kucağında taşıdığı o kadına hissettiğinin aşk olduğunu anladım. Redd, "Nefes bile almadan seviyorum seni" diye söylerken de aşk vardı. Müzikleriyle de kalbimin tam ortasından vurdu beni, bu kadarını gerçekten beklememiştim. Yıllar önce dolaylı yoldan myspace sayesinde, daha albümleri bile çıkmadan şarkılarını dinleyip sevdiğim Ankaralı grup TNK'yi de bu filmde görüp dinlemek ayrı bir anlamlıydı benim için.

Çoğu insanın sandığı üzre asla bir "Issız Adam" vakası da değil bu yaşanan duygu yoğunluğu, ya da film kesinlikle "Cesaretin var mı aşka?" ile kıyaslanmamalı, çünkü gerçekten alakası bile yok. Ben, aşkın daha güzel anlatıldığı böyle bir film daha izlemedim. Titanic vardı küçüklüğümden beri "AŞK" denince aklıma gelip acıtan ve yeri çok ayrı olan ama bu filmdeki "AŞK"ı izledikten sonra hepsi o kadar anlamsız kalıyor ki. Öyle vıcık vıcık aşk filmlerinden de değil. Mum ışığında yenen yemekler, romantik müzik eşliğinde dans eden bir çift gibi şeyler görmeyeceksiniz asla ama öyle bir vuracak ki sizi. İnsan düşünüyor, yok mu gerçekten böyle bir aşk yaşayan? Ya da yaşatan? Var elbette? Yaşandı mı da böyle olmalı zaten aşk. Böyle büyük olmalı, böyle sınırsız, kutsal... Yaşanmayacaksa da kandırmamalı kimse birbirini; gerçekten aşık olmadan hemenecik alışıp birbirine, alıştığı düzenden vazgeçmemek adına korkakça yıllar yılı beraber olup zehir etmemeli kimse kimsenin hayatını. Aşk bu, senine aynı olanla ya da en iyi anlaştığınla yaşadığın ilişki değil ki bu. Belki de senden çok farklı olanla ama farklılıklarına bile, seni sen yapan her şeyle birlikte en çok saygı duyan,hayran olabilenle ve hatta ne yaptığınla ilgili hiçbir fikri olmasa bile sırf sen yapıyorsun diye onu sevebilenle arandaki mucizevi duygu değil mi aşk? Kesinlikle ikna etmeye çalışmayın beni yok öyle bir dünya, yok öyle bir erkek-kadın, yok öyle bir aşk falan diye. Hiçbirinize inanmıyorum, boşuna uğraşmayın! Ben yaşam enerjimi "AŞK"tan ve güzelliklerden alıyorum. Sokakta kıvrılıp uyuyan kediye, gökyüzünde parlayan güneşe, o yerdeki gökteki pırıl pırıl maviye, capcanlı her renge, lezzetli bir yemeğe, sıcacık bir gülümsemeye, güzel olan her şeye aşığım ben. Onları her gördüğümde kocaman gülümseyip selam verip mutlulukla devam ediyorum yoluma. Yaşadığı hayatın değerini bilemeyip, olur olmaz şeyleri kendine dert edip, hep bardağın yarısındaki boş kısmı gören, kendi hiçbir çıkarı olmadan sadece başka birini mutlu etmek için bile hayatında tek bir şey yapmayan insanlar anlatmasın hayatı bana, çünkü onların yaşadığı hayat değil, kendi kafeslerinde, anahtarı avuçlarında yaşıyorlar haberleri bile yok. O yüzden ben "AŞK"ı da, ona inananı da çok seviyorum. O yüzden bu filmi çok ama çok sevdim.

Sadece aşk mı peki bu filmi güzel kılan? Elbette hayır? Başrolünden en yan rolüne kadar herkes öyle hakkını vererek oynamış ki rolünü, izlerken sinema salonunda olduğumu unuttuğum çok oldu. Türk Filmlerini izlemeyi hatta izlemek için sinemaya gitmeyi genellikle tercih etmeyen biri olarak bu filme daha en az bir 3-4 kere gideceğim diyebilirim.

Bahsedecek çok şeyim var ama fonda filmin müzikleri çalarken dalıp dalıp gidiyorum, kafam dağılıyor, kelimeleri toparlayamıyorum. En iyisi siz gidin izleyin, pişman olmazsınız. Benim gibi aşka aşık olmasanız da gidin, size gösterdikleri duygulara inanmasanız da onlar güzel şeyler, kalbiniz varsa eğer ona dokunup size güzel şeyler hissettrimesi lazım. Hissettirmiyorsa da boş verin zorlamayın, Kurtlar Vadisi'ne bir bilet alın, keyfini çıkarın.

Dediğim gibi artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 3 günlük dünya, mutlu olmak için değil de ne için yaşıyoruz ki? Aşk o kadar güzelse benim olsun, değilse de kim isterse onun. Ben mutlu olamayacaksam, kelebekler gibi rengarenk kanatlarımı çırpıp uçamayacaksam göklere, uçuramayacaksam ne anlamı var ki hayatın?

Aşkla dolu mutlu günler diliyorum.

7 Şubat 2011 Pazartesi

2 Ters 1 Düz

Bilenler bilir; örgüde lastik deyince akla gelir "2 ters 1 düz". Benim yazı sebebimse, uyumadan önce alışveriş sitelerine göz atarken karşılaştığım bu addaki markanın enfes ürünleri. Oldum olası severim zaten örgüyü, yünlü, yumoş yumoş şeyleri. Ruhum kedi ne yapayım, bir yumak bulsam da oynasam mantığıyla yaşıyorum. Kışın en soğuk anlarında yardımıma koşan, kolları çekiştirmekten uzatılmış, sıcacık tutan balıkçı yaka bir kazağım hep olmuştur. Çoğu insanın aksine ben severim kazak giymeyi. çünkü sıcağı severim; küçük olup kazağımın içinde sıcacık ve güvende kalayım isterim hep. "1 Ters 1 Düz" de benim gibi zaten kazaksever olan bir insanı daha da uçlara taşıyıp kazak aşığı biri haline getirmek için yaratılmış adeta. Genel olarak çoğunluğu el emeği ve ürün yelpazesi sadece kazaklarla sınırlı değil. Aksesuarlar, elbiseler, etekler. Her biri öyle kendine has, öyle güzel ki... Gerçekten de onlara karşı içimde deli gibi yanıp tutuşan bir sahip olma isteği var, lakin fiyatları öyle bir anda hoppidi gidip satın alalım diyebileceğimiz cinsten değil. Mesela içlerinde en beğendiğim bu muhteşem ötesi kırmızı balıklı kazak 265 TL.


Örgü örmeyeli de 2 sene kadar oldu, bunlardan birine sahip olana kadar kendim yapmayı denesem mi acep? :)
Bir de bu sevimli atkı tam benlik. Boynumu hiç boş bırakamam, hem orada böyle şirin bir kedinin durması da daha bir güzel olurdu. :)

Beğendiğim birkaç modeli daha paylaşmadan rahat edemeyeceğim galiba.

Kalbiniz de elleriniz de hep sıcacık olsun, mutlu kalın. :)

5 Şubat 2011 Cumartesi

Katie Melua ile akşam terapisi

Bu akşam için çok başka planlarım vardı aslında. Çok değerli güzel hatunları evime atıp hep beraber eğlencenin, muhabbetin, yiyip içmenin, trivial pursuitin, tabunun, karşı cinsin kulaklarını çın çın çınlatmanın dibine vuracaktık. Ama rahatsızlanan abim ve Pnar ablanın kalmak üzere sıcak yuvamıza gelmeleri nedeniyle bu akşamki bu güzel planımızı yakın bir tarihe ertelenmek zorunda kaldık. E plan ertelenince de benim uyanır uyanmaz odamı toplama, çıkıp alışveriş yapma planlarım için hevesim kaçmış bulundu, bütün günü evde pijamalarla geçirmiş bulundum. Ama canım dizilerim "Lie to me" ve "Fringe" sayesinde durgun halime ara ara dur diyebilim. Yerleri çok ayrı bende. Hiç dışarıya çıkmadan geçirdiğim bu miskin günüme renk katan bir başka etkenden bahsetmek için de bir kaç satır bir şey yazmak geldi içimden.

Katie Melua, 1984 Gürcistan doğumlu ama daha sonra İngiliz vatandaşlığına geçen, yumuşacık sesli, şarkılarını bıkmadan, her modda dinleyebildiğim yetenek insanı. Sesini çok geç dinleme fırsatım oldu, ama tüm albümlerini baştan sona çokça dinleyerek bu geç kalmışlığımı biraz olsun telafi etmişimdir diye umuyorum. Bu akşam da dizi seansı bitip bir şeyler çizerken fonda o çalsın istedim. Bu sefer daha bir başka dinledim şarkılarını. Sözlere, teker teker enstrumanlara, nüanslara daha bir dikkat kesildim ve bir kez daha çok sevdim. Sesinde dinlendiren bir şeyler var. Dinlerken sanki kulağınıza eğilmiş doğrudan size söylüyormuşçasına etkisi altına alıyor insanı. Ayrıca pek çok yetenekli şarkıcının aksine sadece yeteneğini göstermek için söylemiyor şarkıyı, öylesine hisli, öylesine yaşıyor ki söylerken, bir süre sonra onu fonda dinleyemez oluyorsunuz. Çünkü o, sesiyle üzerinizde hipnoz etkisi yaratıp, çoktan tüm dikkatinizi üzerine çekmiş oluyor, yani fazlasıyla ön plana çıkıyor. Açıkçası bunu fazlasıyla da hak ediyor. Eğer kendisini daha önce dinlemediyseniz, şiddetle tavsiye edilir. Sanıyorum ki pek pişman olan olmaz.

Biraz şarkılarından bahsedecek olursak mesela bir Cure şarkısı olan "Just like heaven"ı, benim için orjinalinden daha sevilesi halde yorumlamış kendisi. Hangi videosunu paylaşsam karar veremedim, abartısız her biri öyle güzel ki. Şarkıları gibi klipleri de izlenilesi. En sevdiğim şarkıları şimdi aklıma gelenlerden "Spider's Web", "Piece by piece", "Nine Million Bicycles", "Shy Boy" ve "I cried for you" olmakla birlikte abartmamak adına sadece bir klibini paylaşmayı yeterli buluyorum. Beğenen olursa zaten çağımız internet mucizesi sayesinde diğerlerini de bulmak kolay :)


NOT: Bir de Cemre ponpondan aldığım tarifle yaptığım tarçınlı minik kurabiyeler çok leziz oldu.( Seninkiler kadar güzel olmasa da Cemre:) ) Yapınca resmini koyacağım demiştim, unuttum sanmayın. Bu gün geleceksiniz diye size yapmıştım oysa ki :( Ve son paragrafı yazarken tabağa dizdiğim kurabiyeler artık yok, bu gün yaklaşık 25 tane yemiş olduğumu düşünürsek... Neyse ki metabolizmam hala hızlı çalışıyor :)

Hepinize renkli, tatlı bir hafta sonu diliyorum. Müzikle kalın, mutlu kalın :)

4 Şubat 2011 Cuma

Bye Bye Türkçe!



Yazımın başlığını Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nun aynı isimli kitabından aldım. Uzun zamandır yazmayı planlıyordum bu yazıyı, çünkü uzun yıllardır Tükçenin gidişatını derin bir üzüntü ve sinirle seyredip olanları hazmedemiyorum. Bu yüzden de bir şeyler yazmak istedim.
Öncelikle üniversitelerdeki İngilizce eğitimlerin, özel okullardaki ağırlıklı yabancı dil derslerinin, hepsinin bir hikaye olduğu ve insanların her şeyden önce kendi ana dillerini en iyi şekilde bilmeleri gerektiği gerçeği ne zaman fark edilecek merak ediyorum. Bahsettiğim şey de atla deve değil, ağzımızdan çıkan ilk sözcüklerden beri konuştuğumuz, çok basit bir alfabeye sahip dilin kurallarını doğru şeklini öğrenmek. Bunu bile yapmaktan aciziz işte; benim 650 kişilik facebook listeme bile en fazla 150 kişi vardır bu bilince sahip(Ondan bile şüpheliyim). Peki nasıl bu hale geldik? Küçükken hepimiz yaptık bu hataları, moda sandık "v" yerine "w" yazmayı, "k" yerine "q" yazınca daha havalı olacağız sandık, tek harfle "ş" yazmak yerine "sh" yazarak ne amaçladık onu bilmiyorum ama sonuç olarak cahilliğimizden, küçüklüğümüzden bu hataları çoğumuz yaptık. Ama artık o küçük orta okullu liseli çocuklar değiliz ve taşıdığımız "üniversiteli öğrenci" statüsüne hiç mi hiç yakışmıyor bu bilinçsizlikler. Yakın arkadaş çevremde bile Türkçe bir kelimeyi yazmak için "w" kullanan ve belli edemesem de bu davranışlarına sinir olduğum o kadar çok kişi var ki, umarım bu yazıyı okuyup belki birazcık da olsa silkelenip yaptıkları amaçsız şeyden vazgeçerler. Bu furya cep telefonlarının küçük yaşta hepimizin eline düştüğü dönemlerde başladı aslında, şimdiki gibi mesaj paketleri yoktu o zamanlar. Mesaj atınca da epey bir kontörümüz gidiyordu o yüzden anlatmak istediğimizi kelimelerin sesli harflerini yazmadan anlatır, bir mesaj boyutunu aşmamaya çalışırdık. Ortaya da şöyle komik şeyler çıkardı; "Sni ck sewiorm,optm cnm grsrz by". Gördüğünüz gibi epey bir malzemeden çalardık ama yazılan İngilizce harfleri saymazsak kısaltmak için, harçlıklarımızla aldığımız değerli kontörlerimizin bitmemesi gibi bir amacımız vardı en azından. E iyi de şimdi herkesin 5000 tane mesaj hakkı var, o zaman "Ne bu kısaltma çabası, nereye ne yetiştiriyorsun, o harflerin hepsini adam gibi yazsan ölür müsün be kardeşim?" diye sormazlar mı adama? Ben soruyorum da çoğu zaman karşımdaki insanın bunu algılayacak olgunluğa erişmediğinin farkında olduğumdan içimden sorup sessiz sessiz bağırıyorum zihniyetine. Mesajlarda durum böyle de internet ortamında tüm harfleri yazanların bile durumu vahim. En en sinir olduğum şeyi bıkmadan usanmadan yapıyorlar, yapıyorsunuz; HANGİ "DE", HANGİ "Kİ" AYRI YAZILIR 10 KÜSÜR SENEDİR NASIL ÖĞRENEMEDİNİZ ARKADAŞ! Hiç mi utanmıyorsunuz üniversiteye gelip, şakır şakır İngilizce konuşup biraz argo olacak ama kazık kadar olmuş halinizle kendi ana dilinizin çok basit kurallarını ilkokuldan beri öğrenenemiş olmaktan? Hiç mi umrunuzda değil? Ağır olacak belki ama isterse yükseldikçe yükselsin kariyeri, bilsin 5-6 yabancı dili, kendi ana dilini bilmiyorsa bir insan asla hak etmiyordur sahip olduğu yüksek mertebeyi. Üstelik bu öyle matematik gibi anlamıyorum yeteneğim yok kafam basmıyor gibi bahanelerle kaçabileceğiniz bir alan değil, konuşmayı biliyorsan hatta bazen susmayı bile bilmeden, kuralını da bilmen gerekmez mi? Yine de hiçbir şey için geç değildir, benim haddime değil bunları öğretmek elbette ama bu yazıyı okuyup beynini kullanmadan sadece kızıp saldırmak yerine, gerçekten hayatını ve yaşama amacını sorgulayan insanlar da olur da her şeyden önce kendilerine olan saygılarıyla belki varsa bir eksikleri bir yerinden tutup düzeltirler diyerekten faydalı olabileceğine inandığım bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.

-ki eki ve ki bağlacı:
* "-ki", sıfat yapan ve zamir yapan ek görevinde olduğunda bitişik yazılır
"Seninki benimkinden daha güzel." (Bu cümlede -ki, zamir yapan ektir, bunu anlamanın pratik bir yöntemi de -ki ekinden sonra -ler çoğul ekini getirdiğimizde cümlenin anlamının bozulmamasıdır. "Seninkiler benimkilerden daha güzel." )
"Dolaptaki meyveler bozulmuş." (Bu cümlede -ki, sıfat yapan ektir, eklendiği kelimeye "hangi" sorusunu yönelterek ayırt edebiliriz. Ayrıca eklendiği kelimeyle sonrasındaki kelime arasında sıfat tamlaması kurar.)

* "ki", cümlede bağlaç görevindeyse daima ayrı yazılır. Ek olan "ki"lerden ayırmak için cümleden çıkartıp, cümlenin anlamında bozulma olup olmadığına bakabiliriz. Bağlaç görevindeyse cümlenin yapısında bir daralma olsa bile anlamı bozulmaz.
"Farzet ki ölümden sonra hayat var." ("ki"yi çıkardığımızda cümlenin anlamı değişmiyor.)
"Sen ki hayatımdaki en değerli varlıksın."
"Şimdi anlıyorum ki, hayat bir oyundan ibaretmiş"
ÖNEMLİ!: Mademki,halbuki,oysaki,çünkü,sanki… sözcüklerindeki ‘ki’ ler bağlaç olmasına rağmen kalıplaştığı için bitişik yazılır.

~ "de" ya bağlaçtır ya da bulunma durum ekidir.(Hani şu -i,-e,-de,-den grubundan, hatırladınız mı?)

Bağlaç olan de ayrı yazılır ve "ki"de olduğu gibi cümleden çıkartıldığında cümlenin anlamında bozulma olmaz.
"Partiye o da gelecek mi?" ("Partiye o gelecek mi?" desek de temel olarak anlam aynı, bozulma olmaz.)
ÖNEMLİ!: Bu bağlacın sadece "de,da" halleri vardır, kendi kendinize kelime uydurup "te, ta" yazıp komik duruma düşmeyin. Bu bir ek değil sözcüktür, siz hiç "te, ta" diye sözcükler gördünüz mü?

Bulunma durum eki olan -de cümleye bitişik yazılır. Eklendiği sözcüğün son gecesindeki ünlü ve ünsüz özelliklerine göre "-de, -da, -te, -ta" biçimlerinden hangisi uygunsa o şekilde yazılır.
"Evde unuttuğum kitaplarımı getirebilir misin?" (Bu cümleden "de" çıkartıldığını "Ev unuttuğum kitaplarımı getirebilir misin?" gibi anlamsız bir cümle oluşuyor, dolayısıyla "-de", bulunma durum ekidir ve daima birleşik yazılmalıdır.)
"Çocuklar parkta oynuyorlardı"

Bu konuda güzel bir yazı ve birkaç site buldum, bir göz atmak isterseniz buyrun:
http://www.milliyet.com.tr/2000/07/23/yasam/zhal.html
http://www.dahianlamindakideayriyazilir.com/
http://www.byebyeturkce.com/anasayfa.htm

Bahsetmem gereken bir şey de yazımın başındaki "w,q" gibi harflerin kullanımıyla oluşan bozulma sanıyor musunuz ki sadece Türkçede yaşanıyor. "my" yerine "mah" diyen kişilerin bizdeki neye özendiği belli olmayan özentilerden ne farkı var ki? İnsanlar neden kimseye fayda sağlamayan farklılıklarla kendilerini ispatlamaya çalışırlar? Var mı yorumu olan?

Amacım kesinlikler ders vermek değil, sadece çok sevdiğim ve bunları bilmemeyi yakıştıramadığım o kadar çok insan var ki, belki bu konudaki farkındalıklarını arttırmada benim de bir yardımım olur diyerek bu yazıyı yazdım. Umarım ulaşması gereken yerlere ulaşır da bundan sonra facebookta, mesajlarda, orada burada w'ler, q'lar sadec ait oldukları Türkçe dışındaki dillerdeki cümlelerde yer bulurlar. En azından gerçek Atatürk gençliğinin özelikle böyle zor günlerde O'na bağlılığını anlatmak için yapabileceği, 10 Kasım'larda profil fotoğrafına Atatürk resmi koymaktan daha önemli, daha gerçek şeyler olmalı diye düşünüyorum. Bu dile sahip çıkmaksa, yapılabileceklerden çok basit ama en temel olanlarından biri!
Duyarlı olacağınıza, en azından elinizden geleni yapacağınıza inanmak istiyorum, mutlu kalın, sevgiyle kalın.

25 Ocak 2011 Salı

Jehan geliyor a dostlar!

Küçükken hep kendimize model olacak, ya da hayran olan diğer insanlarla birlikte kendimizi "fan" grubuna ait hissedeceğimiz birileri olurdu. Spice Girls mesela; 80ler sonu doğan neredeyse her kızın, ilkokul çağında daha doğru düzgün ingilizce bile bilmezken şarkılarını geveleyip dans ettiği Baharat Kızlar furyası epeyce uzun süre dünyayı sallamıştı. Benim en deli fanlık kavramım o yıllarda yaşandı sonra büyüdükçe de kalmadı zaten. Aklı başında insanoğluna da asla yakıştıramam ne bir sanatçıya tapmayı, ne bir takıma fanatiklik boyutunda bağlı olmayı, ne de sigaradır odur budur birşeylere bağımlı olmayı. Çünkü kimse tapılmayı hak etmiyor edemiyor. Bir sanatçı vardır mükemmel şarkı söyler, mükemmel işler yapar, çok da yakışıklı/güzeldir belki, tamam hayran ol da tapma, takdir et, yine de sorgulamadan beğenme önüne her koyduğunu. O da bir insan, her yaptığı mı güzel, her hareketi mi doğru, hiç mi saygını sevgini hak etmeyecek bir şey yapmıyor bu insan, ya da sen mi çobanın her dediğini sorgulamadan yapan koyunlar gibi ona tapmayı görev mi bildin diye sorarlar insana. Kimse sormasa ben sorarım, ben kim oluyorum, hiçkimse, ama nerede başka bir insana sorgusuz sualsiz tapan bir insan görsem üzülüyorum işte. Mesela ben tapmak demeyelim de kendimi bildim bileli hayrandım Sertab Erener'e. En sevdiğim sanatçılar başlığında hep ilk sıradaydı. Yorumu, duruşu olsun, sadece sesiyle, yeteneğiyle tanınması, kendine has, orijinal işler ortaya koyuşu olsun hep oydu en çok sevilen. Onu "rengaaa rengaaa" diye müziği başka yerden alınmış, sözü üstüne uydurulmuş, tamamen ticari amaçla yapılmış şarkılar söylemeden önce bilir severdik biz, saygı da duyardık. Şimdiyse hayranları, milyonlarca saygısız şakşakçıdan oluşuyormuş üzülerek tecrübe ettim bunu. Geçenlerde facebook grubunda gördüm, bir dergi için çekildiği fotoğraflar konmuştu. Baktım benim sevdiğim o doğal, o yüzü boya küpü olmadan, dekolte vermeden de güzel olan, şuh, ve seksi değil içten ve samimi bakan, o sadece sesiyle kolaylıkla yeri göğü inletebilen Sertab çoktan gitmiş, modaya uymuş, sıradanlaşmış. Fotoğrafın altına yorum yazmak geldi içimden, yazdım da ama kendime yakışır, saygılı bir şekilde, keşke zor kadın klibindeki o doğal, masum ama kendini bilen kadın hiç değişmeseydi, böyle büyük bir yeteneğin böyle pozlar verip piyasadaki sıradan yeteneksiz insanlarla aynı pazarlama mantığını benimsemesine gerek yok, eski Sertab'ı özlüyorum gibi bir şeyler yazmıştım. Yazmaz olaydım, Sertab'ı kıskandığım mı kalmadı, 40 yaşına geldiğimde onun kadar güzel olamayacağım mı kalmadı, sanattan ne anladığım mı kalmadı. Kendilerini Sertab hayranı olarak nitelendiren, muhtemelen erovisiondan önce tek bir albümünü bile alıp dinlemeyen insanlar, sanki kendilerine kötü bir şey söylemişim gibi bir anda saldırıya geçti. Kraldan çok kralcı olmanın da ötesindeydi bu komik durum çünkü ben sadece her beyin sahibi insanın yapacağı gibi çok sevdiğim bir sanatçı da olsa beğenmediğim bir şey hakkında fikrimi söylüyordum. Yine insanların ne kadar hoşgörüsüz olduğunu görüp üzüldüm, ama daha da üzüldüğüm Sertab gibi yıllarca hayran olduğum mükemmel bir yeteneğin hayranlarının böyle saygıdan yoksun, tanımadıkları insanlara, hoşlarına gitmeyen bir fikre sahip ve bunu kimseyi rencide etmeden söylüyor diye saldırma hakkını kendilerinde bulan insanlardan oluşmasıydı. Zaten albümlerde de eski tat yok, bir Aslolan Aşktır, Mecbursun, Yara, Lal var mı, ya da o şarkıları söyleyen Sertab şimdi var mı? Nerede Zor Kadın nerede şimdiki "Gözzüm karraaa kalmadı yarraa oldum rengaa rengaaarenk" diyen kadın.
Neyse yine konudan epeyce bir saptım, Jehan diyecektim ben size; Jehan BARBUR! Kendi şarkılarını yazan, onlara kendine has sesi ve bir o kadar kendine has yorumuyla hayat veren, gerçekten insanın kalbine dokunan gerçek bir sanatçı! Hala dinlemeyen var mıdır bilmiyorum ama varsa eğer dinlenmesi şiddetle tavsiye edilir. Sertab'dan ağzım yandı, Jehan'ı üfleye üfleye yiyorum ama gün gittikçe kendisine olan hayranlığım artıyor. Tarihi Hava Gazı Fabrikasında ilk defa canlı izleme fırsatı bulmuştum, şimdi de finallerimin bittiği gün 27 Ocak 2011'de güzel İzmir'imi şenlendirecek, final sonrası bize stres attıracak o güzel sesiyle. Konser Bios'ta olacak, biletler de 20 TL. Biz ponponlar kabilesiyle topluca orada olacağız, bu müzik ziyafetini kaçırmamak lazım değil mi? Hem Jehan'ın fanları da daha seviyeli, saygılı insanlardır kesin, ben onlarla daha iyi anlaşırım eminim :) Şimdi kendisinin tazecik albümü Hayat'tan güzel bir şarkı paylaşayım da ruhumuz bol vitaminli gıdasına kavuşsun. Klibi olmadığından sadece dinlemekle idare edeceksiniz ama sesi sizi olmak istediğiniz yere götürmeye yetecektir eminim.
Mutlu kalın :)

NOT: Albüm kapağındaki uğur böcekleri de beni benden aldı.

18 Ocak 2011 Salı

Kim korkar hain finallerden?

Aman sakın oflayıp puflayacağımı sanmayın, "hayat çok zormuş da, sınavlar canıma okuyormuş da, uykusuzluk çekilir dert değilmiş de, öyleydi, böyledi de" diyerek. Çünkü şimdi oflayıp puflarsam yıllar sonra hayatın daha gerçek dertleri tepeme bindiğinde gençliğimin baharını sızlanarak heba ettiğim için kendime fena halde kızacağımı biliyorum. O yüzden ben yine çok mutluyum. Üniversiteli olmanın en temel şartlarından biri olan, heyecanla beklenen final zamanı benim için gelmiş bulunmakta efenim, hoş gelmiş sefalar getirmiş. Her şey iyi hoş, okula sadece sınavlara girmek için gitmek ve sabah yetişmek zorunda olduğun bir dersin olmaması tadından yenmez de şu evde geçirdiğim ve ders çalışmam için bana sunulan zamanı verimli geçirmeyi üniversiteyi bitirmeden öğrenebilecek miyim bilmiyorum. Sürekli bir bahaneler, yok efendim odam çok dağılmış onu onu toplayayımlar, salondaki lamba günlerdir çalışmıyormuş onu tamir edeyimler, çok bunaldım How I Met Your Mother'ın yeni bölümünü izleyip neşeleneyimler hepsi, ders çalışma fikrini adeta ertelemek için beynimin içinde yarış halindeler şu günlerde. Ben zaten yoldan çıkmaya hazır... Neyse bu gün de öyle bir gündü işte. Öğleden sonra Construction & Materials sınavından çıkıp(ki saat 3'ü biraz geçiyordu), eve gelip yarınki İspanyolca sınavına çalışmaya başlamam bu saati buldu(ki bu da 10 buçuğu biraz geçe oluyor) Bu süre boyunca kayda değer bir şey yaptım mı? Şu salondaki çalışmayan lambayı tamir etmek için saatlerce çalışan ama başarılı olamayan babama ara ara yardım edip, aynı zamanda dizi izlemeyi saymazsak kocaman bir HAYIR! Ama sonra, günlerdir aklımda olan ve sonunda bu gün "Aklımda kalacağına midemde kalsın" diyerekten harekete geçip pişirdiğim kekle belki de günün en anlamlı eylemini gerçekleştirdim. Bir kek pişirmenin nesi anlamlı diye sorabilrisiniz, haklısınız, lakin o kek ki şekeri, kakaosu tam olan dozuyla, ağzınızla leziz bir at bırakıp yumuşacık pofuduk kıvamıyla çiğnerken sizi mutluluktan havalar uçurup garip sesler çıkarmanıza sebep oluyorsa, kendisi kuşkusuz günün kahramanıdır. Bana çalışma enerjimi veren, motivasyonumu en üst düzeye taşıyan, nescafemle tanışır tanışmaz kaynaşıp akşamımı şenlendiren el emeği göz nuru emektar kekime huzurlarınızda sevgilerimi sunuyorum. İyi ki varsın kek! Kek demişken KeKuM'u da çok seviyorum ben!
Bu günlük bahanelerim bittiğine göre artık huzur içinde çalışmaya başlayabilirim. Sınavları olan arkadaşlara başarılar, kek olmaz başka bir şey olur, siz siz olun çalışma zamanınızı renklendirecek mutlaka bir şey bulun. Ve tabiki mutlu kalın :)

11 Ocak 2011 Salı

Ocak ayı kültür sanat küpü


Epeyce uzun bir aradan sonra eski sanatsal aktifliğime geri dönmeye başlıyorum galiba ve insanın kendi kendine döndüğünde daha doğrusu dönebildiğinde yaşadığı huzuru ve hazzı hissetmenin yerinin bambaşka olduğunu bir kez daha anlıyorum. Malum günümüz öğrenciliği, hepimiz hipodromdaki atlar gibi çoğunu kendimiz bile koymadığımız hedeflere ulaşmak için koşturup gidiyoruz, gözümüzde en son moda at gözlükleri. Zaman çabucak geçiyor ve bizim zamanımızın çoğu sınavlar, projeler derken farkına bile varmadan akıp gidiyor. Etrafımızda neler olup bitiyor, biz koştururken nelerden mahrum kalıyoruz düşünmeye bile fırsatımız olmuyor ki. Eskiden böyle değildim ben, hiçbir zaman çok çalışan hatta oturup saatlerce ders çalışan bir öğrenci olmadım açıkçası, ama vaktimi hiçbir zaman da boş şeyler için harcamazdım. Daha küçücükken babam elimden tutar yeni sergilenecek bir operaya, baleye, vizyona girmiş yeni bir filme götürürdü beni. En kötü ihtimalle her ay babamın da korist olduğu İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu konserlerine giderdik ailecek. Şimdi çok çalışkan bir öğrenci olduğumdan falan değişmedi bunlar, sadece yapmam gerekenler çoğaldı, yapmadığımda altında ezileceğim sonuçlar ağırlaştı ama İrem bu yeni durumdan hiç mi hiç hoşlanmadı. İşte bu yüzden ne yapıp edip eski hayatıma kavuşmak için hayatımın iplerini biraz daha sıkı tutmaya en azından az biraz planlı yaşamaya karar verdim. Planlarım tabi ki çok küçük detayları içermiyor ama bilenlerin bildiği İrem'in hayatından eksik olmaması gereken aktiviteler artık çok daha özenle bir köşeye not alınıyor. İşte güzel İzmir'imde; hayat, hava ve yol şartları, ekonomik durumlar elverdiğince katılmayı planladığım birkaç etkinlik:
~KONSER: "Oi Va Voi"
Yıllar yıllar önce bir arkadaşımın yolladığı ve o günden beri ne zaman"en sevdiğim şarkılar" adlı bir kategori düşünsem ilk sıralara yerleştirdiğim "Yesterday's Mistakes" adlı mükemmel şarkının yaratıcı, yorumlayıcı mükemmel grup Oi Va Voi İzmir'e geliyor. Hep Çeşme'ye geliyorlardı da gidemiyordum bu sefer kesin gitmeliyim diyorum ama etkinlik çizelgem epey bir dolu, vakit-nakit sıkıntıları da çok baskın gelmezse Ocak ayının en nadide etkinliklerinden biri olabilir kendisi. Kendileri 13 Ocak 2011'de Ooze Venue'de performanslarını sergileyecekler, bilet fiyatları ise 34,5 TL. Oi Va Voi'yi bilmeyenler varsa buyrunuz dinleyiniz efenim.

~ TİYATRO: " Henry ve Alice'in Gizli Yaşamı "
İzmir Devlet Tiyatrosu bünyesinde Konak Sahnesi'nde 16 Ocak 2011 tarihine kadar oynanmaya devam edecek olan oyuna epeyce uzun bir zamandır gitmek istiyordum. Sonunda bu isteğimi karara dönüştürüp 16 Ocak Pazar günü 14.00 seansına biletimi almış bulunmaktayım. Oyunun konusu oldukça ilgi çekici. "Oyun, bir karıkocanın iletişimsizliklerinden gelen kısır döngüyü kırmak için fantezi dünyasına sığınmaları ve karıkoca arasındaki sürtüşm
elerin onları düşürdüğü durumu eğlenceli bir şekilde anlatan romantik bir komedidir." diyor internet sitesinde. Kadın ve erkek dendiğinde zaten durup bir düşünmemek olmaz, bu iki zıt yaratığın birbirleriyle ilişkileri üzerine olan her bir şey ilgimi fazlayısla çekiyor zaten. Oyunla ilgili daha ayrıntılı bilgiye buyrun buradan ulaşın: http://www.devtiyatro.gov.tr/web/oyunlar/oyun1035.html . Pazar günü gideceğim seans için biletlerin çoğu tükenmiş durumda, gitmek isteyenler varsa ellerini çabuk tutmalarını öneriyorum. Bilet fiyatları TAM 10 TL, ÖĞRENCİ 6 TL ve biletler internet üzerinden de kolaylıkla alınabiliyor, üşenip de "Şimdi kim gidecek Konak'a da bilet almaya?" diyenlerin bahanesi kalmadı :)
~KONSER: "Fatih Erkoç-Kerem Görsev Trio"

Bu yazıyı yazarken fonda çalanın da Fatih Erkoç'un küçüklüğümden beri içim geçerek dinlediğim, kimselere benzemeyen sesi olmasını özellikle ayarladım itiraf ediyorum. Fatih Erkoç-Kerem Görsev Trio "Live Performances" adıyla raflarda yerini alan nadide albümü dinliyorum ve kendimi şimdiden moda sokmaya çalışıyorum. Neden mi? Çünkü 22 Ocak'ta, bu albüm kapsamında gerçekleşecek olan özel konsere gideceğim! Kerem Görsev'i 3,5 yıl kadar önce Atatürk Kültür Merkezi'nde dinleyerek kendisine hayran olma eylemini gerçekleştirmiştim ama Fatih Erkoç'a hayranlığımı somut bir platforma taşıyacak etkinliğe katılma şansına henüz erişememiştim.(Bodrum'da Marina Yatch Club'ın önünden geçerken durup dinlemeyi saymazsak tabi.) Konser biletleri biletix'ten temin ediliyor ve fiyaları da balkon 67 TL, salon 84 TL. Konser saati de salon konserleri kış saatine göre daha farklı; 21.00.

~KONSER: "İzmir Gençlik Senfoni Orkestrası Film Müzikleri Konseri"
Bu da gitmeyi çok isteyip, aşırı ilgiden dolayı salonun erkenden dolması nedeniyle kapıdan çevrilerek giremediğim, yani izleyip dinleyemediğim bir başka konserdi. Kalbim mi temiz yoksa benim şu evrene uyguladığım secret olayları fazlaca mı geri dönüşümlü bilmem ama bu konserin haberini aldığımdan beri cidden çok heyecanlıyım. Öncelikle orkestradan bahsetmek istiyorum çünkü orkestra yeni kurulduğu için varlığını bilen şanslı kişilerden biri olmayabilirsiniz :) Hepsi zehir gibi, içlerinde canım dostum Çağıl'ın ve pek çok arkadaşımın da olduğu 65 işsiz konservatuvar mezunu gençten oluşan ve genç ve çok yetenekli şef Mustafa Necati Karataş tarafından yönetilen bu orkestra 6 Ekim 2010'da Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi'nde aktif sanat hayatına başlamış bulunuyor. Benim gidemediğim film müzikleri konseri de onların ikinci konseriydi zaten. Yılmamış ve yeni yıl için özel hazırladıkları latin ve tango eserleri seslendirdikleri muhteşem konsere erkenden gitmiştim.(yani İklime'm, Kutlu'm ve Melis'imle birlikte gitmiştik:)) Gerçekten İzmir'in böyle bir orkestraya ihtiyacı vardı, ama yaptıkları işi daha da zorlu kılan bazı gerçekler de var; yani İGSO(İzmir Gençlik Senfoni Orkestrası) hiçbir kurum ya da üniversiteye bağlı olmadan kurulan Türkiye'nin ilk bağımsız orkestrası olarak çalışmalarını hiçbir destek almadan yürütüyor olmaları ve bu önemli faktöre rağmen ortaya koydukları sonucun böylesine tatminkar oluşu gerçekten takdire şayan. Ama neyse ki aldığım güzel bir haber, bu soruna yönelik İzmir'e yakışır bir çözümün getiriliceği müjdesini verdi bana. Başkan Aziz Kocaoğlu'nun talimatıyla İGSO, Ahmet Adnan Saygun Senfoni Orkestrası adıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi bünyesine bağlanacak ve orkestradaki çok değerli arkadaşlar da belediyenin birer kadrolu sanatçısı olacaklarmış. Ne diyelim, gerçekten kısa sürede sergiledikleri başarılarla bu sonuç hiç de şaşırtıcı değil, fazlasıyla hak etmişlerdi. Ne diyordum, hah evet konser diyordum, fazla konuştum konserden bahsetmeyi unuttum. Efenim 31 Ocak 2011 tarihinde biz Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi'nde unutulmaz film müziklerini, bu değerli orkestranın yorumuyla ve tahminimce pek de mutlu bir halde dinliyor olacağız, eğer henüz o tarihe yapılmış bir planınız yoksa bence kaçırmayın. Unutmadan, konser ücretsiz olacağından 20.00'de başlayacak olan konsere en az yarım saat önceden gelip yerinizi ayırmanızı da öneriyorum. Yapının kendine ait ücretsiz otoparkının da bulunduğunu söyleyerek Ocak ayı kültür sanat küpü başlıklı yazımı sonlandırıyorum. Bu etkinliklerden en az birinde görüşmek dileğiyle.

9 Ocak 2011 Pazar

"Çılgın Hırsız"la tatlanan Cuma


Öncelikle hoş geldim faslını yaptım yapmasına da, bir haftadır nasıl bir tempodaymışım ki tek kelime yazacak ne halim ne de zamanım olamadı. Ama neyse ki şu an tüm hafta içi yorgunluğu, uykusuzluğu, beyin ve kas uyuşukluğundan arınmış olarak, elimde meyve tabağım(anne sağolsun), sıcacık odamın en güzel köşesinde, pencere kenarı yatağımda keyifle bu satırları yazıyorum.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere dün gece Çılgın Hırsız yani orijinal adıyla "Despicable Me"filmini izlemiş bulunmaktayım. Aslında epeyce uzun bir zamandır, hatta fragmanı sinemalarda yeni gösterilmeye başladığından beri hep aklımda, hatta kekuyla birlikte aklımızdaydı izlemek. Ama hayat şartları, dersler, işler güçler derken Eylül'de vizyona giren filmi anca izleyebildim. 3 boyutlu olamadı ama olsun. Film Amerikan yapımı bir animasyon filmi, elbette komedi. Bu filmle ilgili yazılacak sayfalarca yazı, yapılacak çokça analiz olamaz elbette. Sonuçta amacı doğrultusunda yapılan yani izlerken hoşça vakit geçirten, elbette kalbinize ailevi bağlardan yumuşakça dokunan, ayrıca özellikle benim gibi küçük sevimli nesnelere, canlılara ilginiz varsa yer yer sesinizin en tiz tonuyla sevgi tepkileri verdiğiniz güzel bir filmdi. Kuşkusuz benim bu filmde en keyfile izlediğim şeyler; o minyon ordusundaki her bir küçük sarı yaratık, yaptıkları her saçma ama komik şey, çıkarttıkları her garip ses. Ve elbette kocaman gözleri, incecik sesi ve en az minyonlar kadar komik ve tatlı hareketleriyle Agnes. Zaten hayatımın oldukça yorucu ve zor gittiği şu günlerde ihtiyacım olan film tam da buydu. Çok yoğun geçen bir haftanın son iş gününde, beni düşünmeye, beynimi kullanmaya, algılamak için frekanslarımı sonuna dek açık tutmaya ve dikkatimi vermeye iten bir film o gece için bana fazlaydı. İyi ki yapmışım diyorum ve filmle ilgili bir başka güzel şeye de değinmek istiyorum. Hep sesle sesler dedim de, film boyunca başrolü yani filme adını veren Çılgın Hırsız'ımız Gru'yu seslendirenin kim olduğunu düşünüp düşünüp çıkartamamıştım. Çok tanıdıktı, aksanlı olduğundan da çıkarmakta zorlandım ama filmden sonra klasik kim neymiş ne yapmış araştırması sırasında, daha önce Melinda & Melinda, Bewitched, Little Miss Sunshine ve Get Smart filmlerinde izleyip çokça beğendiğim oyuncu Steve Caroll olduğunu öğrendim ve bir kez daha takdir ettim çünkü gerçekten de seslendirme, özellikle animasyon filmlerinde oldukça zor ve etkisini iyi olduğunda da kötü olduğunda da film boyunca epey hissettiren en önemli özelliklerden biri. Steve Caroll Gru için mükemmel bir seçim olmuş ve gerçekten ona apayrı bir karakter katmış diyebilirm. Sinemalarda gösterilen türkçe dublajda Gru'yu Ata Demirer seslendirmiş ama bu gün Türkçe fragmanı izlediğimde, Ata Demirer'i oyuncu olarak sevmeme rağmen, altyazılı izlediğim için kendimi şanslı saydığımı söylebilirim. Gerçekten çok farklı. Ve elbette çok tanıdık ve sevilen bir başka ses, How I Met Your Mother'ın Marshall'ı Jason Segel. Filmde Gru'nun sinir bozucu rakipi Vektor'u seslendirmiş kendisi, pek de iyi etmiş, çok sevdik.

Film sonunda oyunculara, yönetmenlera, yapımcılara göz atarken de Christopher Meledandri ismi dikkatimi çekti, ona bakarken de çok çok sevindiğim bir şey öğrendim. Buz Devri 2'nin de yapımcılarından biri olan Meledandri'nin projeleri arasında Addams Ailesi 3D başlığını görünce hemen heyecanlandım ve beni daha da heyecanlandıracak bir şey daha öğrendim. Bilin bakalım gariplikleriye ünlü Addams Ailesi'nin çevrilecek 3. filmini kim yönetecek? Gariplikler büyük bir ip ucuydu bence ki eminim hemen tahmin etmişsinizdir; Tim BURTON! Oldukça heyecanlanmama rağmen filmle ilgili pek kesin bilgi bulamadım ve muhtemelen Tim Burton'un devam eden projelerinden ötürü vizyon tarihini 2014 olarak öğrenince de epeyce hevesim kursağımda kaldı ama olsun. Beklemeye değer olacağına eminim, özellikle seslendirenlerin arasında (filmin stop motion animasyon olacağı haberlerinden yola çıkarak sesi diyorum)Johnny Depp olursa tadından yenmez.

Çılgın Hırsız'dan girdim Addams Ailesi'nden çıktım, biraz karıştırdım, konudan konuya geçtim bahsetmeden duramadım ama eğer benim gibi içinde Tim Burton'ın parmağı olan işleri merakla bekleyen, keyifle izleyenler varsa ve bilmiyorlarsa bu güzel haberden mahrum kalmasınlar istedim. Ve sonuç olarak İrem'ce Çılgın Hırsız filmi, keyifle izlenebilecek, içinde bolca şirinlik, şekerlik barındıran, bittiğinde yüzünüzde bir tebessüm bırakan güzel bir animasyondu. Kukeyle ve yer yer patileriyle eşlik eden Enzo'yla izlendiğindeyse tabi ki en keyiflisi ve Cuma gecesi de böylece tatlanıyor :)

2 Ocak 2011 Pazar

Hoş buldum!

Yepyeni 2011'in en yeni gününün gece yarısında, hatta sabaha karşısında blog alemine hoş buldum diyerekten giriş yapıyorum. Aslında her önüne gelenin bir blog yazarı olmasına şiddetle karşıydım ben. Gerçek hayatta iki kelimeyi bir araya getiremeyen her kim varsa sanal ortamda birer yazar olup çıkıyor da ahkam kesiyor gibi geliyordu bana. Benim de söyleyecek bir sürü şeyim vardı ama kendimi bir bilir kişi edasıyla her şeylere yorum yapan, isyan eden, çok merak konusuymuş gibi her yaptığını düşündüğünü anlatan biri gibi göremiyordum bir türlü. Hala da öyleyim ama bazı şeyler değişiyor ve ben tasvip etmediğim şeylerin içinden faydalı olabilecek şeyler de bulabileceğim fikrine yavaş yavaş alışıyorum galiba. Bu yüzden bu blogda hem kendimi hem de takip edenleri sadece ama sadece iyi sonuçlara, düşüncelere ve hislere sevk edebilecek şeyler paylaşmak istiyorum. Hepimizin hayatında yeterince hatta fazlaca olumsuz şey var ve kimseye bunlara ek olacak herhangi bir yazı yazmak bile istemiyorum. Yani çözüm üretemediğim, sadece sızlandığım yazılar olmayacak. Neler olacak derseniz; İrem'in hayatındaki paylaşmaya değer şeyler, yani paylaştığında okuyan herhangi birine faydalı olabilme ihtimalinin varlığıyla yazılan olaylar, haberler, gelişmeler, etkinlikler, ve daha bir çoğu. Yeni yıla, aldığım yeni kararlara bir de burayı eklemekle iyi mi yaptım kötü mü yaptım zaman gösterecek, ama şimdilik hayalperestliğimin doruklarındayım, umarım hiç oradan inmem gerekmez.
2011 hepinize, yüzünüzden hiç düşmeyecek gülücükler getirsin!