12 Mart 2011 Cumartesi
Empati kurabildiğiniz kadar sempatiksiniz
Evet, gelelim konumuza. Günlerdir etrafımdaki bazı dostlarımla yaptığımız hararetli konuşmalarda hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. İnsan ilişkilerinde yaşadığımız büyüklü küçüklü sorunlarının çoğunun sebebi kişilerin kendilerini düşünmesi değil, "sadece kendilerini" düşünmesi oluyor çoğu zaman. Yani sorun şu ki; nasıl dilimizden düşürmediğimiz bir "seni seviyorum" sözü varsa o sözün getirdiği de bazı sorumluluklar olduğunu ve bunlardan birinin de sevdiğin, değer verdiğin insanı kendin gibi düşünmek olduğunu bir türlü algılayamıyor insanoğlu. Çoğuna göre birini, bir şeyi sevdiğini söylemek daha çok sevilmek için atılan bir yem gibi. Ve insan, salt bencilliğinden vazgeçmediği sürece asla gerçekten sevemeyeceği ve mutlu olamayacağı gerçeğinin farkına varamayacak kadar kör bakıyor dünyaya. Anlık zevkleri, egosu uğruna ruhunun en derinine inemeyip; mutluluğun ve iç huzurun sadece aynada gördüğü gülümseyen yüzden değil de sevdiklerinin yüzündeki gülümsemede pay sahibi olmaktan geçtiğini fark eden kaç insan var ki bu dünyada? Kim ki bu gerçeği fark etmiş ve ona göre yaşıyor, o insanlar fark edilir zaten dostlarının sayısı ve niteliğinden. Çevresindeki kalabalıktan demiyorum dikkatinizi çekerim, o kalabalıkların içinde yalnız çünkü çoğu. Ve en kötüsü de doğruyu, gerçeği göremeyenin halidir. Hepimiz düşeriz bu hale ama eminim çoğumuz bir ders alarak devam ederken hayatımıza, yanlış olanı çıkartıp doğruya yer açarız. Yani zarar görmemek adına, güzele yüzümüzü dönüp hayatımızı iyilerle doldurmak adına böyle yapmayı tercih ederiz. Böyle yapmayıp, kötüyü, çirkini, yakışmayanı hayatından çıkarmayan, çıkaramayan insanlarsa sadece kendilerine değil sevdiklerine ya da onları sevenlere de zarar verirler. Biz dokunduğumuzu güzelleştirmek için yaşayan bir grup aptal değiliz! Bir bildiğimiz var bu hayatta, bu yüzden bu kadar içten gülüyoruz sadece 32 dişimizle değil, tüm benliğimizle, kalbimizle. Bu yüzden sevdiğimiz insanlara zarar vermiyoruz, koruyoruz yeri geliyor kendimizden, kıyamıyoruz. O yüzden mutluluk oyunu gibi gelmesin bu mutlu olamayanlara, bu hayatın ta kendisi, bizim için en büyük gerçeği. Bu yüzden yanımızda bizimle iş için güç için, geyik için, sohbet için kısacası çıkarları için değil de gerçekten olmak istedikleri için olan onlarca insan var. Biz gerçek insanlarla, gerçek ilişkiler yaşayıp gerçek diyaloglarla gerçek masallar yazan bir grup insanız şu dünyada. O üzerinde yaşadığınız sömürdüğünüz dünyada hala güzel olan bir şeyler varsa bu da bizim gibi insanlar sayesinde oluyor aslında. Bu yüzden bu dünyada tek başınaymışçasına yaşayan, kararlarını sadece kendi çıkarları doğrultusunda veren, hayatında olup bitenin, eylemlerinin, hayatına aldığı insanlarının eylemlerinin sonuçlarını düşünemeyen ve amaçlayarak ya da amaçlamayarak sevdiği insanlaraa maddi manevi zarar veren, onları koruyamayan herkesi omuzlarından tutup silkeleyip "Yalnız kalacaksın, yalnız!" diye uyarasım var. Aptal insana da tahammülüm yoktur ama en fenası bencil insan bence. Düşünsenize kimseyi düşünmeden, sadece kendi keyfine göre yaşayan birini kim ister ki hayatında? Dünyanın en güzel kadını, en havalı erkeği de olsa antipatik gelmez mi size? Daha geçen gün konuştuk dostlarla; yanındaki kız arkadaşı, sevgilisi rahatsız olur diye, karşı cinsten sevdiğimiz bir arkadaşımıza rastladığımızda nasıl selam vereceğimize bile 40 defa düşünüp öyle karar veriyoruz biz. Hassas dengeleri bozmamak adına, değer verdiğimiz belki de sadece bir sınıf arkadaşımızın hayatında herhangi bir hoş olmayan diyaloğun nedeni olmamak adına kafatasımızın içindeki beynimizi kullanıp elimizi de vicdanımıza götürüp aklımıza eseni değil de en doğru olanı yapmaya çalışıyoruz da yapmayanın aklından kalbinden zoru ne? Bu kadar mı zor bir insana, hayatına ve sevdiği insana saygı duymak? Duyamayanların kaçının hayatında şimdi o sevdiği insanlar, o sevgililer, o dostlar? Hayatımıza, varlığımıza, beğenilerimize, zevklerimize, başarılarımıza, yaptıklarımıza, yapamadıklarımıza ve her şeyden önce sevdiklerimize saygı duyamayanları; bizi tanımadan, hissetmeden, bilmeden sevdiklerini sananları hayatımızdan çıkarmadan bu dünyada bize huzur yok a dostlar. Dost olalım, sevgili olalım, abla-abi olalım hepimiz, hayatına girdiğimiz insanlardan sorumluyuz, uzaktan bakmak olmaz, kalbe girmek orayı tanıyıp orada kalabilmek lazım. Empati kurmak lazım, ben ben ben diye başlayan cümleleri bırakıp "O" diye düşünüp adım atmak lazım bazen. Zor değil korkmayın, kendinizi düşünürken yanında başka birini de düşünerek attığınız her adımdan sonra karşınızda size bakıp gülümseyen yüzü görmeye değer inanın.
Empati kuralım, kurmayanları uyaralım, sevelim sevilelim. :) Çok damar olacak belki ama yokluğumuzda, hatta ebedi yokluğumuzda düşündüğümüz kadar düşünüleceğiz ve o günün ne zaman geleceğini, o gün gelene kadar asla bilemeyeceğiz.
Mutlu kalın, sevdiklerinizle ve sizi sevenlerle kalın. Ben öyle yapıyorum, çok güzel oluyor. :)
15 Şubat 2011 Salı
Looklet diye bir şey varmış.
Bu da benim ilk Looklet deneyimim. Gerçekten bu modelin üzerindeki her bir parçaya sahip olmak istiyorum. Güzel hatunun saç ve göz rengi de dahil olmak üzere.
Bu eğlenceli siteyle tanışmama vesile olan sevgili M.Y'ye teşekkürlerimi sunuyor, herkese dolu dolu geçecek renkli günler diliyorum.
Mutlu kalın.
8 Şubat 2011 Salı
"Aşk Tesadüfleri Sever"
"Bence "Aşk Tesadüfleri Sever" filmine sevgilisi olanlar gitmemeli. Hayatı boyunca biri tarafından gerçekten bir aşkla sevilmediği ya da hiç gerçekten aşık olmadığı gerçeklerinden biriyle belki de ikisiyle birden yüzleşebilecek kadar güçlü değilken çoğunuz(çoğumuz), hayatında biri olanlar için bu zorluğun iki katına çıkma ihtimali var. Filmi sevmeyenlere saygım sonsuz ama ben daha güzel bir aşk filmi izlememiştim."
Dün akşam "Aşk Tesadüfleri Sever"i izledikten sonra aynen böyle yazmıştım facebooka. Bir şey yazmalıydım çünkü, içimde dışarı atmadan kurtulamayacağım büyüklükte bir duygu yoğunluğu vardı. Film şöyle güzeldi böyle güzeldi demek anlamsız ve yersiz olacaktı. O yüzden filmin benim üzerimde bıraktığı en derin etkiyi paylaşmak istedim. Çünkü sevgilisi olan , uzun yıllardır bir ilişkisi olan, ömrünün çoğunu aynı insanla evli geçiren çok kişi var ama hepsinde var mı AŞK? Yıllarca uyandığında yanında aynı insanı görüp ve her sabah o insana dokunduğunda kalbi aşkla çarpabilen, sadece yanında o olduğu için bile mutlu olabilen, tüm egolarından sıyrılıp sıkmadan, karışmadan, onun varlığının her zerresine saygı duyabilen kaç insan var ki? Hep beğenildik, birilerinin sevgilisi olmamız istendi de kaçı bize böyle aşıktı? Gerçekten de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak eminim. Aşk; hayatımdaki çoğu insanın bana kanıtlamaya çalıştığı gibi sıradan bir heyecan, gelip geçici bir heves, uzun yıllar değil sadece bir süre devam eden, fazla abartılan bir duygu değil. İşte tam kendi masalsı aşk inancımdan bile şüphe duymaya başladığım zamanda imdadıma yetişti bu film. Ona sadece film demek de çok eksik kalıyor ki ben dünden beri, durup dururken oradaki sahneleri düşünüp sanki gerçeklermişçesine etkilenip hiç sebep yokken gözlerimden damlalar süzülürken buluyorum kendimi. Pencereden süzülen güneşe önce gülümseyip sonra ağlıyorum. Aşk gerçekten var ve o öyle yüce bir duygu ki bazılarının küçük hayatları, dar bakışlarının içine dahil olup kendini gösteremeyecek kadar büyük kalıyor çoğu zaman. Ama ben bu filmi izlerken onu gördüm; daha önce hiç görmediğim, hiç anlatılmadığı kadar güzel bir şekilde hem de. "Zaferlerim"in çaldığı o karanlık sahnede, adamın canı yana yana kucağında taşıdığı o kadına hissettiğinin aşk olduğunu anladım. Redd, "Nefes bile almadan seviyorum seni" diye söylerken de aşk vardı. Müzikleriyle de kalbimin tam ortasından vurdu beni, bu kadarını gerçekten beklememiştim. Yıllar önce dolaylı yoldan myspace sayesinde, daha albümleri bile çıkmadan şarkılarını dinleyip sevdiğim Ankaralı grup TNK'yi de bu filmde görüp dinlemek ayrı bir anlamlıydı benim için.
Çoğu insanın sandığı üzre asla bir "Issız Adam" vakası da değil bu yaşanan duygu yoğunluğu, ya da film kesinlikle "Cesaretin var mı aşka?" ile kıyaslanmamalı, çünkü gerçekten alakası bile yok. Ben, aşkın daha güzel anlatıldığı böyle bir film daha izlemedim. Titanic vardı küçüklüğümden beri "AŞK" denince aklıma gelip acıtan ve yeri çok ayrı olan ama bu filmdeki "AŞK"ı izledikten sonra hepsi o kadar anlamsız kalıyor ki. Öyle vıcık vıcık aşk filmlerinden de değil. Mum ışığında yenen yemekler, romantik müzik eşliğinde dans eden bir çift gibi şeyler görmeyeceksiniz asla ama öyle bir vuracak ki sizi. İnsan düşünüyor, yok mu gerçekten böyle bir aşk yaşayan? Ya da yaşatan? Var elbette? Yaşandı mı da böyle olmalı zaten aşk. Böyle büyük olmalı, böyle sınırsız, kutsal... Yaşanmayacaksa da kandırmamalı kimse birbirini; gerçekten aşık olmadan hemenecik alışıp birbirine, alıştığı düzenden vazgeçmemek adına korkakça yıllar yılı beraber olup zehir etmemeli kimse kimsenin hayatını. Aşk bu, senine aynı olanla ya da en iyi anlaştığınla yaşadığın ilişki değil ki bu. Belki de senden çok farklı olanla ama farklılıklarına bile, seni sen yapan her şeyle birlikte en çok saygı duyan,hayran olabilenle ve hatta ne yaptığınla ilgili hiçbir fikri olmasa bile sırf sen yapıyorsun diye onu sevebilenle arandaki mucizevi duygu değil mi aşk? Kesinlikle ikna etmeye çalışmayın beni yok öyle bir dünya, yok öyle bir erkek-kadın, yok öyle bir aşk falan diye. Hiçbirinize inanmıyorum, boşuna uğraşmayın! Ben yaşam enerjimi "AŞK"tan ve güzelliklerden alıyorum. Sokakta kıvrılıp uyuyan kediye, gökyüzünde parlayan güneşe, o yerdeki gökteki pırıl pırıl maviye, capcanlı her renge, lezzetli bir yemeğe, sıcacık bir gülümsemeye, güzel olan her şeye aşığım ben. Onları her gördüğümde kocaman gülümseyip selam verip mutlulukla devam ediyorum yoluma. Yaşadığı hayatın değerini bilemeyip, olur olmaz şeyleri kendine dert edip, hep bardağın yarısındaki boş kısmı gören, kendi hiçbir çıkarı olmadan sadece başka birini mutlu etmek için bile hayatında tek bir şey yapmayan insanlar anlatmasın hayatı bana, çünkü onların yaşadığı hayat değil, kendi kafeslerinde, anahtarı avuçlarında yaşıyorlar haberleri bile yok. O yüzden ben "AŞK"ı da, ona inananı da çok seviyorum. O yüzden bu filmi çok ama çok sevdim.
Sadece aşk mı peki bu filmi güzel kılan? Elbette hayır? Başrolünden en yan rolüne kadar herkes öyle hakkını vererek oynamış ki rolünü, izlerken sinema salonunda olduğumu unuttuğum çok oldu. Türk Filmlerini izlemeyi hatta izlemek için sinemaya gitmeyi genellikle tercih etmeyen biri olarak bu filme daha en az bir 3-4 kere gideceğim diyebilirim.
Bahsedecek çok şeyim var ama fonda filmin müzikleri çalarken dalıp dalıp gidiyorum, kafam dağılıyor, kelimeleri toparlayamıyorum. En iyisi siz gidin izleyin, pişman olmazsınız. Benim gibi aşka aşık olmasanız da gidin, size gösterdikleri duygulara inanmasanız da onlar güzel şeyler, kalbiniz varsa eğer ona dokunup size güzel şeyler hissettrimesi lazım. Hissettirmiyorsa da boş verin zorlamayın, Kurtlar Vadisi'ne bir bilet alın, keyfini çıkarın.
Dediğim gibi artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 3 günlük dünya, mutlu olmak için değil de ne için yaşıyoruz ki? Aşk o kadar güzelse benim olsun, değilse de kim isterse onun. Ben mutlu olamayacaksam, kelebekler gibi rengarenk kanatlarımı çırpıp uçamayacaksam göklere, uçuramayacaksam ne anlamı var ki hayatın?
Aşkla dolu mutlu günler diliyorum.
7 Şubat 2011 Pazartesi
2 Ters 1 Düz
Örgü örmeyeli de 2 sene kadar oldu, bunlardan birine sahip olana kadar kendim yapmayı denesem mi acep? :)
Bir de bu sevimli atkı tam benlik. Boynumu hiç boş bırakamam, hem orada böyle şirin bir kedinin durması da daha bir güzel olurdu. :)
Beğendiğim birkaç modeli daha paylaşmadan rahat edemeyeceğim galiba.
Kalbiniz de elleriniz de hep sıcacık olsun, mutlu kalın. :)
5 Şubat 2011 Cumartesi
Katie Melua ile akşam terapisi
Katie Melua, 1984 Gürcistan doğumlu ama daha sonra İngiliz vatandaşlığına geçen, yumuşacık sesli, şarkılarını bıkmadan, her modda dinleyebildiğim yetenek insanı. Sesini çok geç dinleme fırsatım oldu, ama tüm albümlerini baştan sona çokça dinleyerek bu geç kalmışlığımı biraz olsun telafi etmişimdir diye umuyorum. Bu akşam da dizi seansı bitip bir şeyler çizerken fonda o çalsın istedim. Bu sefer daha bir başka dinledim şarkılarını. Sözlere, teker teker enstrumanlara, nüanslara daha bir dikkat kesildim ve bir kez daha çok sevdim. Sesinde dinlendiren bir şeyler var. Dinlerken sanki kulağınıza eğilmiş doğrudan size söylüyormuşçasına etkisi altına alıyor insanı. Ayrıca pek çok yetenekli şarkıcının aksine sadece yeteneğini göstermek için söylemiyor şarkıyı, öylesine hisli, öylesine yaşıyor ki söylerken, bir süre sonra onu fonda dinleyemez oluyorsunuz. Çünkü o, sesiyle üzerinizde hipnoz etkisi yaratıp, çoktan tüm dikkatinizi üzerine çekmiş oluyor, yani fazlasıyla ön plana çıkıyor. Açıkçası bunu fazlasıyla da hak ediyor. Eğer kendisini daha önce dinlemediyseniz, şiddetle tavsiye edilir. Sanıyorum ki pek pişman olan olmaz.
Biraz şarkılarından bahsedecek olursak mesela bir Cure şarkısı olan "Just like heaven"ı, benim için orjinalinden daha sevilesi halde yorumlamış kendisi. Hangi videosunu paylaşsam karar veremedim, abartısız her biri öyle güzel ki. Şarkıları gibi klipleri de izlenilesi. En sevdiğim şarkıları şimdi aklıma gelenlerden "Spider's Web", "Piece by piece", "Nine Million Bicycles", "Shy Boy" ve "I cried for you" olmakla birlikte abartmamak adına sadece bir klibini paylaşmayı yeterli buluyorum. Beğenen olursa zaten çağımız internet mucizesi sayesinde diğerlerini de bulmak kolay :)
NOT: Bir de Cemre ponpondan aldığım tarifle yaptığım tarçınlı minik kurabiyeler çok leziz oldu.( Seninkiler kadar güzel olmasa da Cemre:) ) Yapınca resmini koyacağım demiştim, unuttum sanmayın. Bu gün geleceksiniz diye size yapmıştım oysa ki :( Ve son paragrafı yazarken tabağa dizdiğim kurabiyeler artık yok, bu gün yaklaşık 25 tane yemiş olduğumu düşünürsek... Neyse ki metabolizmam hala hızlı çalışıyor :)
Hepinize renkli, tatlı bir hafta sonu diliyorum. Müzikle kalın, mutlu kalın :)
4 Şubat 2011 Cuma
Bye Bye Türkçe!
Yazımın başlığını Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nun aynı isimli kitabından aldım. Uzun zamandır yazmayı planlıyordum bu yazıyı, çünkü uzun yıllardır Tükçenin gidişatını derin bir üzüntü ve sinirle seyredip olanları hazmedemiyorum. Bu yüzden de bir şeyler yazmak istedim.
Öncelikle üniversitelerdeki İngilizce eğitimlerin, özel okullardaki ağırlıklı yabancı dil derslerinin, hepsinin bir hikaye olduğu ve insanların her şeyden önce kendi ana dillerini en iyi şekilde bilmeleri gerektiği gerçeği ne zaman fark edilecek merak ediyorum. Bahsettiğim şey de atla deve değil, ağzımızdan çıkan ilk sözcüklerden beri konuştuğumuz, çok basit bir alfabeye sahip dilin kurallarını doğru şeklini öğrenmek. Bunu bile yapmaktan aciziz işte; benim 650 kişilik facebook listeme bile en fazla 150 kişi vardır bu bilince sahip(Ondan bile şüpheliyim). Peki nasıl bu hale geldik? Küçükken hepimiz yaptık bu hataları, moda sandık "v" yerine "w" yazmayı, "k" yerine "q" yazınca daha havalı olacağız sandık, tek harfle "ş" yazmak yerine "sh" yazarak ne amaçladık onu bilmiyorum ama sonuç olarak cahilliğimizden, küçüklüğümüzden bu hataları çoğumuz yaptık. Ama artık o küçük orta okullu liseli çocuklar değiliz ve taşıdığımız "üniversiteli öğrenci" statüsüne hiç mi hiç yakışmıyor bu bilinçsizlikler. Yakın arkadaş çevremde bile Türkçe bir kelimeyi yazmak için "w" kullanan ve belli edemesem de bu davranışlarına sinir olduğum o kadar çok kişi var ki, umarım bu yazıyı okuyup belki birazcık da olsa silkelenip yaptıkları amaçsız şeyden vazgeçerler. Bu furya cep telefonlarının küçük yaşta hepimizin eline düştüğü dönemlerde başladı aslında, şimdiki gibi mesaj paketleri yoktu o zamanlar. Mesaj atınca da epey bir kontörümüz gidiyordu o yüzden anlatmak istediğimizi kelimelerin sesli harflerini yazmadan anlatır, bir mesaj boyutunu aşmamaya çalışırdık. Ortaya da şöyle komik şeyler çıkardı; "Sni ck sewiorm,optm cnm grsrz by". Gördüğünüz gibi epey bir malzemeden çalardık ama yazılan İngilizce harfleri saymazsak kısaltmak için, harçlıklarımızla aldığımız değerli kontörlerimizin bitmemesi gibi bir amacımız vardı en azından. E iyi de şimdi herkesin 5000 tane mesaj hakkı var, o zaman "Ne bu kısaltma çabası, nereye ne yetiştiriyorsun, o harflerin hepsini adam gibi yazsan ölür müsün be kardeşim?" diye sormazlar mı adama? Ben soruyorum da çoğu zaman karşımdaki insanın bunu algılayacak olgunluğa erişmediğinin farkında olduğumdan içimden sorup sessiz sessiz bağırıyorum zihniyetine. Mesajlarda durum böyle de internet ortamında tüm harfleri yazanların bile durumu vahim. En en sinir olduğum şeyi bıkmadan usanmadan yapıyorlar, yapıyorsunuz; HANGİ "DE", HANGİ "Kİ" AYRI YAZILIR 10 KÜSÜR SENEDİR NASIL ÖĞRENEMEDİNİZ ARKADAŞ! Hiç mi utanmıyorsunuz üniversiteye gelip, şakır şakır İngilizce konuşup biraz argo olacak ama kazık kadar olmuş halinizle kendi ana dilinizin çok basit kurallarını ilkokuldan beri öğrenenemiş olmaktan? Hiç mi umrunuzda değil? Ağır olacak belki ama isterse yükseldikçe yükselsin kariyeri, bilsin 5-6 yabancı dili, kendi ana dilini bilmiyorsa bir insan asla hak etmiyordur sahip olduğu yüksek mertebeyi. Üstelik bu öyle matematik gibi anlamıyorum yeteneğim yok kafam basmıyor gibi bahanelerle kaçabileceğiniz bir alan değil, konuşmayı biliyorsan hatta bazen susmayı bile bilmeden, kuralını da bilmen gerekmez mi? Yine de hiçbir şey için geç değildir, benim haddime değil bunları öğretmek elbette ama bu yazıyı okuyup beynini kullanmadan sadece kızıp saldırmak yerine, gerçekten hayatını ve yaşama amacını sorgulayan insanlar da olur da her şeyden önce kendilerine olan saygılarıyla belki varsa bir eksikleri bir yerinden tutup düzeltirler diyerekten faydalı olabileceğine inandığım bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.
-ki eki ve ki bağlacı:
* "-ki", sıfat yapan ve zamir yapan ek görevinde olduğunda bitişik yazılır
"Seninki benimkinden daha güzel." (Bu cümlede -ki, zamir yapan ektir, bunu anlamanın pratik bir yöntemi de -ki ekinden sonra -ler çoğul ekini getirdiğimizde cümlenin anlamının bozulmamasıdır. "Seninkiler benimkilerden daha güzel." )
"Dolaptaki meyveler bozulmuş." (Bu cümlede -ki, sıfat yapan ektir, eklendiği kelimeye "hangi" sorusunu yönelterek ayırt edebiliriz. Ayrıca eklendiği kelimeyle sonrasındaki kelime arasında sıfat tamlaması kurar.)
* "ki", cümlede bağlaç görevindeyse daima ayrı yazılır. Ek olan "ki"lerden ayırmak için cümleden çıkartıp, cümlenin anlamında bozulma olup olmadığına bakabiliriz. Bağlaç görevindeyse cümlenin yapısında bir daralma olsa bile anlamı bozulmaz.
"Farzet ki ölümden sonra hayat var." ("ki"yi çıkardığımızda cümlenin anlamı değişmiyor.)
"Sen ki hayatımdaki en değerli varlıksın."
"Şimdi anlıyorum ki, hayat bir oyundan ibaretmiş"
ÖNEMLİ!: Mademki,halbuki,oysaki,çünkü,sanki… sözcüklerindeki ‘ki’ ler bağlaç olmasına rağmen kalıplaştığı için bitişik yazılır.
~ "de" ya bağlaçtır ya da bulunma durum ekidir.(Hani şu -i,-e,-de,-den grubundan, hatırladınız mı?)
Bağlaç olan de ayrı yazılır ve "ki"de olduğu gibi cümleden çıkartıldığında cümlenin anlamında bozulma olmaz.
"Partiye o da gelecek mi?" ("Partiye o gelecek mi?" desek de temel olarak anlam aynı, bozulma olmaz.)
ÖNEMLİ!: Bu bağlacın sadece "de,da" halleri vardır, kendi kendinize kelime uydurup "te, ta" yazıp komik duruma düşmeyin. Bu bir ek değil sözcüktür, siz hiç "te, ta" diye sözcükler gördünüz mü?
Bulunma durum eki olan -de cümleye bitişik yazılır. Eklendiği sözcüğün son gecesindeki ünlü ve ünsüz özelliklerine göre "-de, -da, -te, -ta" biçimlerinden hangisi uygunsa o şekilde yazılır.
"Evde unuttuğum kitaplarımı getirebilir misin?" (Bu cümleden "de" çıkartıldığını "Ev unuttuğum kitaplarımı getirebilir misin?" gibi anlamsız bir cümle oluşuyor, dolayısıyla "-de", bulunma durum ekidir ve daima birleşik yazılmalıdır.)
"Çocuklar parkta oynuyorlardı"
Bu konuda güzel bir yazı ve birkaç site buldum, bir göz atmak isterseniz buyrun:
http://www.milliyet.com.tr/2000/07/23/yasam/zhal.html
http://www.dahianlamindakideayriyazilir.com/
http://www.byebyeturkce.com/anasayfa.htm
Bahsetmem gereken bir şey de yazımın başındaki "w,q" gibi harflerin kullanımıyla oluşan bozulma sanıyor musunuz ki sadece Türkçede yaşanıyor. "my" yerine "mah" diyen kişilerin bizdeki neye özendiği belli olmayan özentilerden ne farkı var ki? İnsanlar neden kimseye fayda sağlamayan farklılıklarla kendilerini ispatlamaya çalışırlar? Var mı yorumu olan?
Amacım kesinlikler ders vermek değil, sadece çok sevdiğim ve bunları bilmemeyi yakıştıramadığım o kadar çok insan var ki, belki bu konudaki farkındalıklarını arttırmada benim de bir yardımım olur diyerek bu yazıyı yazdım. Umarım ulaşması gereken yerlere ulaşır da bundan sonra facebookta, mesajlarda, orada burada w'ler, q'lar sadec ait oldukları Türkçe dışındaki dillerdeki cümlelerde yer bulurlar. En azından gerçek Atatürk gençliğinin özelikle böyle zor günlerde O'na bağlılığını anlatmak için yapabileceği, 10 Kasım'larda profil fotoğrafına Atatürk resmi koymaktan daha önemli, daha gerçek şeyler olmalı diye düşünüyorum. Bu dile sahip çıkmaksa, yapılabileceklerden çok basit ama en temel olanlarından biri!
Duyarlı olacağınıza, en azından elinizden geleni yapacağınıza inanmak istiyorum, mutlu kalın, sevgiyle kalın.
25 Ocak 2011 Salı
Jehan geliyor a dostlar!
Neyse yine konudan epeyce bir saptım, Jehan diyecektim ben size; Jehan BARBUR! Kendi şarkılarını yazan, onlara kendine has sesi ve bir o kadar kendine has yorumuyla hayat veren, gerçekten insanın kalbine dokunan gerçek bir sanatçı! Hala dinlemeyen var mıdır bilmiyorum ama varsa eğer dinlenmesi şiddetle tavsiye edilir. Sertab'dan ağzım yandı, Jehan'ı üfleye üfleye yiyorum ama gün gittikçe kendisine olan hayranlığım artıyor. Tarihi Hava Gazı Fabrikasında ilk defa canlı izleme fırsatı bulmuştum, şimdi de finallerimin bittiği gün 27 Ocak 2011'de güzel İzmir'imi şenlendirecek, final sonrası bize stres attıracak o güzel sesiyle. Konser Bios'ta olacak, biletler de 20 TL. Biz ponponlar kabilesiyle topluca orada olacağız, bu müzik ziyafetini kaçırmamak lazım değil mi? Hem Jehan'ın fanları da daha seviyeli, saygılı insanlardır kesin, ben onlarla daha iyi anlaşırım eminim :) Şimdi kendisinin tazecik albümü Hayat'tan güzel bir şarkı paylaşayım da ruhumuz bol vitaminli gıdasına kavuşsun. Klibi olmadığından sadece dinlemekle idare edeceksiniz ama sesi sizi olmak istediğiniz yere götürmeye yetecektir eminim.
NOT: Albüm kapağındaki uğur böcekleri de beni benden aldı.
18 Ocak 2011 Salı
Kim korkar hain finallerden?
11 Ocak 2011 Salı
Ocak ayı kültür sanat küpü
9 Ocak 2011 Pazar
"Çılgın Hırsız"la tatlanan Cuma
Öncelikle hoş geldim faslını yaptım yapmasına da, bir haftadır nasıl bir tempodaymışım ki tek kelime yazacak ne halim ne de zamanım olamadı. Ama neyse ki şu an tüm hafta içi yorgunluğu, uykusuzluğu, beyin ve kas uyuşukluğundan arınmış olarak, elimde meyve tabağım(anne sağolsun), sıcacık odamın en güzel köşesinde, pencere kenarı yatağımda keyifle bu satırları yazıyorum.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere dün gece Çılgın Hırsız yani orijinal adıyla "Despicable Me"filmini izlemiş bulunmaktayım. Aslında epeyce uzun bir zamandır, hatta fragmanı sinemalarda yeni gösterilmeye başladığından beri hep aklımda, hatta kekuyla birlikte aklımızdaydı izlemek. Ama hayat şartları, dersler, işler güçler derken Eylül'de vizyona giren filmi anca izleyebildim. 3 boyutlu olamadı ama olsun. Film Amerikan yapımı bir animasyon filmi, elbette komedi. Bu filmle ilgili yazılacak sayfalarca yazı, yapılacak çokça analiz olamaz elbette. Sonuçta amacı doğrultusunda yapılan yani izlerken hoşça vakit geçirten, elbette kalbinize ailevi bağlardan yumuşakça dokunan, ayrıca özellikle benim gibi küçük sevimli nesnelere, canlılara ilginiz varsa yer yer sesinizin en tiz tonuyla sevgi tepkileri verdiğiniz güzel bir filmdi. Kuşkusuz benim bu filmde en keyfile izlediğim şeyler; o minyon ordusundaki her bir küçük sarı yaratık, yaptıkları her saçma ama komik şey, çıkarttıkları her garip ses. Ve elbette kocaman gözleri, incecik sesi ve en az minyonlar kadar komik ve tatlı hareketleriyle Agnes. Zaten hayatımın oldukça yorucu ve zor gittiği şu günlerde ihtiyacım olan film tam da buydu. Çok yoğun geçen bir haftanın son iş gününde, beni düşünmeye, beynimi kullanmaya, algılamak için frekanslarımı sonuna dek açık tutmaya ve dikkatimi vermeye iten bir film o gece için bana fazlaydı. İyi ki yapmışım diyorum ve filmle ilgili bir başka güzel şeye de değinmek istiyorum. Hep sesle sesler dedim de, film boyunca başrolü yani filme adını veren Çılgın Hırsız'ımız Gru'yu seslendirenin kim olduğunu düşünüp düşünüp çıkartamamıştım. Çok tanıdıktı, aksanlı olduğundan da çıkarmakta zorlandım ama filmden sonra klasik kim neymiş ne yapmış araştırması sırasında, daha önce Melinda & Melinda, Bewitched, Little Miss Sunshine ve Get Smart filmlerinde izleyip çokça beğendiğim oyuncu Steve Caroll olduğunu öğrendim ve bir kez daha takdir ettim çünkü gerçekten de seslendirme, özellikle animasyon filmlerinde oldukça zor ve etkisini iyi olduğunda da kötü olduğunda da film boyunca epey hissettiren en önemli özelliklerden biri. Steve Caroll Gru için mükemmel bir seçim olmuş ve gerçekten ona apayrı bir karakter katmış diyebilirm. Sinemalarda gösterilen türkçe dublajda Gru'yu Ata Demirer seslendirmiş ama bu gün Türkçe fragmanı izlediğimde, Ata Demirer'i oyuncu olarak sevmeme rağmen, altyazılı izlediğim için kendimi şanslı saydığımı söylebilirim. Gerçekten çok farklı. Ve elbette çok tanıdık ve sevilen bir başka ses, How I Met Your Mother'ın Marshall'ı Jason Segel. Filmde Gru'nun sinir bozucu rakipi Vektor'u seslendirmiş kendisi, pek de iyi etmiş, çok sevdik.
Film sonunda oyunculara, yönetmenlera, yapımcılara göz atarken de Christopher Meledandri ismi dikkatimi çekti, ona bakarken de çok çok sevindiğim bir şey öğrendim. Buz Devri 2'nin de yapımcılarından biri olan Meledandri'nin projeleri arasında Addams Ailesi 3D başlığını görünce hemen heyecanlandım ve beni daha da heyecanlandıracak bir şey daha öğrendim. Bilin bakalım gariplikleriye ünlü Addams Ailesi'nin çevrilecek 3. filmini kim yönetecek? Gariplikler büyük bir ip ucuydu bence ki eminim hemen tahmin etmişsinizdir; Tim BURTON! Oldukça heyecanlanmama rağmen filmle ilgili pek kesin bilgi bulamadım ve muhtemelen Tim Burton'un devam eden projelerinden ötürü vizyon tarihini 2014 olarak öğrenince de epeyce hevesim kursağımda kaldı ama olsun. Beklemeye değer olacağına eminim, özellikle seslendirenlerin arasında (filmin stop motion animasyon olacağı haberlerinden yola çıkarak sesi diyorum)Johnny Depp olursa tadından yenmez.
Çılgın Hırsız'dan girdim Addams Ailesi'nden çıktım, biraz karıştırdım, konudan konuya geçtim bahsetmeden duramadım ama eğer benim gibi içinde Tim Burton'ın parmağı olan işleri merakla bekleyen, keyifle izleyenler varsa ve bilmiyorlarsa bu güzel haberden mahrum kalmasınlar istedim. Ve sonuç olarak İrem'ce Çılgın Hırsız filmi, keyifle izlenebilecek, içinde bolca şirinlik, şekerlik barındıran, bittiğinde yüzünüzde bir tebessüm bırakan güzel bir animasyondu. Kukeyle ve yer yer patileriyle eşlik eden Enzo'yla izlendiğindeyse tabi ki en keyiflisi ve Cuma gecesi de böylece tatlanıyor :)