15 Mart 2012 Perşembe

Ne olursan ol gel!


Başlığımı Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin çok bilinen sözünden seçme nedenim, gerçekten teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, toplumlar ne kadar gelişirse gelişsin her geçen gün "insan" olma bilincinden daha da uzaklaştığımızı düşünüyorum. Naçizane, siyasetten konuşacak kadar yeterli bilgiye sahip değilim, din deseniz zaten çok uzak bir konu, bu ve bunun gibi diğer konular konusunda konuşmak taraftarı bile değilim aslında ama yine de içimde söylenmeyi bekleyen sözler var. Birazını paylaşmak istedim.

Geçen gün facebookta da yazmıştım; "Kendi sorumluluğunda olmayan, yani doğarken seçemediği özelliklerden dolayı ne kendiyle övünmeli ne de başkasını küçük görmeli insan. Bir ırktan, bir dinden olmak ne seni daha iyi yapar ne de senin gibi olmayanları daha kötü. Sadece "insan" olmak, olabilmek lazım aslında." Bu aslında o kadar basit bir konu ki insanların her birinin bir şekilde farklı da olsa bir dini inançları ve o dine ait inandıkları tek bir Tanrı varlığı inançları varken, nasıl olur da inançları doğrultusunda yine aynı Tanrı tarafından yaratıldığına kuşku duyulmayan diğer insanları düşman sayma cüretini kendinde bulabiliyor? Düşünün dünyaya gelişinizi; bir kadın ve bir adam dünyanın bir yerinde tanışıyor, evleniyor, beraberlikleri sonrasında siz bir şekilde onların bulunduğu yerde, onların sahip oldukları dinde dünyaya gelip o insanlara anne-baba demeye başlıyorsunuz? Şimdiye kadar hiçbir şey yapmadan bir yere ait ve bir dine bağlı oldunuz bile. Şimdi işin burasından sonrasını ben hiç anlamıyorum. Allah'a, Tanrı'ya gönülden inanmama rağmen, doğar doğmaz nüfus kağıdıma yazan dine, ne olduğunu bilmeden bağlı olmam gerekliliği; şimdiye kadar bu "din"ler yüzünden yapılan savaşları, insanların birbirlerine "din" ve "ırk" yüzünden beslediği düşmanlıkları, dökülen kanları düşününce o kadar anlamsız geliyor ki... Kendimi bildim bileli hep iyi bir insan olmaya çalıştım, yegane emelim de mutlu olmak ve mutlu etmek oldu, ne kimseyi dininden ırkından dolayı yargıladım ne de kimseye bu nedenlerden ötürü bir kötülük ettim. Ama kurban kesilmesine karşıyım, ama oruç tutmam ama ölçülü içki de içerim. Peki şimdi kendi dininde bile Alevi Sünni ayrımı yapıp insanların mutlu olmasını engelleyen, bilmem kaç yüz yıl önce dedesinin dedesinin dedesinin döneminde yapılan savaşlardaki ölümler nedeniyle hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı belki de çok iyi biri olan bir insana sırf dünyaya geldiği ülke, bağlı olduğu ırk, din yüzünden düşman olan insanlar cennete gidecek de ben cehennemde mi yanacağım? Kusura bakmayın ama o çok yüce olduğuna şüphesiz inandığınız, inandığımız Tanrı'nın bu kadar komik bir adalet sistemi olduğunu sanmıyorum? İnsanı insana karşı yapan her türlü şeye karşıyım. Futbola da belki bu yüzden bu kadar karşıyımdır. Spor amaçlı bir karşılaşmada bir insan sırf karşı takımda diye tanımadığı birine ön yargıyla yaklaşıp, küfürler yağdırıp, tekme tokat girişebiliyorsa kimse bana bunun bir spor olduğunu inandırmaya çalışmasın. Hepsi, insanların huzur içinde yaşamasına engel olan, içlerine düşmanlık tohumu serpen, onların birbirinden ayrı, farklı, kendilerinin özel olduğuna inandıran ve onlar ön planda kendi içlerinde bunların savaşını verip birbirlerine düşman olurken arka planda koltuğunda bunun keyfini sürüp şahsi çıkarlarını gerçekleştiren insanlar için bir nimet. Geçmişi yok saymak, tarihi yok saymak değil amacım ama mesela ne ben o dönemdeki o olayları gerçekleştiren insanım, ne karşımdaki o dönemde benim ülkemin savaştığı adam. Düşünüyorum çünkü; acaba biz o insanın yerinde olmuş olsak, onun doğduğu toprakta doğup, onun dininde olsak, onun yediği ekmekten yiyip onun içtiği sudan içmiş olsak sanıyor musunuz ki şimdiki bunları düşünüp bunları yapan insan olacağız? Belki biz de seçimlerimizi farklı yapıp, farklı inançlara, doğrulara yanlışlara sahip olacağız. Birini düşman bellemeden önce, birini karşısına almadan önce düşünmeli insan bence, enine boyuna... Benim vicdanım çok rahat çünkü ben, "iyi" insanı severim, yaradandan ötürü! Kürt de olsa, Ermeni de olsa, benim gibi düşünebiliyorsa ve "iyi insan" olmak amacındaysa eğer bu dünyada, ne olursa olsun gelsin yine de bana!

Birazını paylaşacağım dedim ama yine tutamadım kendimi yazdım da yazdım. Barış içinde, huzur içinde, sevgiyle kalalım ve ne olursak olalım önce "insan" olalım.

14 Mart 2012 Çarşamba

Geri geldim!

1 yılı olmuş, unutmuşum ben yazmayı, ihmal etmişim canım blogcuğumu, huzurlarınızda kendisinden özür diliyorum. Yazmadığım bir yılda çok şey değişti hayatımda, aslında tek şey değişti ama o tek şey benim için epey bir çok şey. Yani zaten Polyanna olma halinin doruklarında olan İrem artık daha da mutlu, hayali gözlük camlarınınsa renkleri elbette toz pembe. Tek şey dedim de, bir de minnoş yeğenim katıldı aramıza, onun da mutluluğuma etkisi görmezden gelinemez. Neyse ben bu yazımda çok gevezelik etmeyeceğim, kulaklarınızın pasını silecek ve benim için anlamı çok ama çok büyük olan bir şarkıyı paylaşacağım.
"Sade" zaten başlı başına sevilesi ama bu şarkısı ve bu güzel canlı performansıyla gerçekten çok başka yerden vuruyor insanı. Antalya'ya gitsin o zaman bu "Jezebel". Ben de yarın gidiyorum zaten, önden şarkıyı yollayıp moda sokmak güzel olur değil mi? :)
Şaka bir yana yazmayı özlemişim, çok şey de birikmiş ama şimdilik bu kadar yeter. Bir şarkı paylaşımı için fazla bile konuştum, neyse ben aradan çekileyim siz dinlemenize bakın.
Havalar bu ara pek çaktırmasa da, aslında bahar habercisi olan bu güzel ayın tadını çıkarın. Ve elbette mutlu kalın. :)

12 Mart 2011 Cumartesi

Empati kurabildiğiniz kadar sempatiksiniz

Uzun zamandır yazmıyordum, özlemişim. Hazır hafta sonu gelmişken ve hissedilenler de epeyce birikmişken yazmamak olmaz dedim. Yazımın başlığından anlaşılacağı üzere empati kuramayanlar yani dünyada tek gerçek kendileriymiş gibi yaşayanlardan yana epeyce dertliyim, dertliyiz biz bencil olmayan, vicdan sahibi insanlar olarak. Bu yüzden de içimden geldiği gibi yazmak istediğim, içimi dökmek istedim. Yazarken fonda çalan, çok geç keşfettiğim The Civil Wars adlı şahane grubun "Dance me to the end of love"a yaptığı enfes coverı dinliyorum ve okurken sizin de fonunuzu doldurması açısından paylaşmak istiyorum.
Evet, gelelim konumuza. Günlerdir etrafımdaki bazı dostlarımla yaptığımız hararetli konuşmalarda hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. İnsan ilişkilerinde yaşadığımız büyüklü küçüklü sorunlarının çoğunun sebebi kişilerin kendilerini düşünmesi değil, "sadece kendilerini" düşünmesi oluyor çoğu zaman. Yani sorun şu ki; nasıl dilimizden düşürmediğimiz bir "seni seviyorum" sözü varsa o sözün getirdiği de bazı sorumluluklar olduğunu ve bunlardan birinin de sevdiğin, değer verdiğin insanı kendin gibi düşünmek olduğunu bir türlü algılayamıyor insanoğlu. Çoğuna göre birini, bir şeyi sevdiğini söylemek daha çok sevilmek için atılan bir yem gibi. Ve insan, salt bencilliğinden vazgeçmediği sürece asla gerçekten sevemeyeceği ve mutlu olamayacağı gerçeğinin farkına varamayacak kadar kör bakıyor dünyaya. Anlık zevkleri, egosu uğruna ruhunun en derinine inemeyip; mutluluğun ve iç huzurun sadece aynada gördüğü gülümseyen yüzden değil de sevdiklerinin yüzündeki gülümsemede pay sahibi olmaktan geçtiğini fark eden kaç insan var ki bu dünyada? Kim ki bu gerçeği fark etmiş ve ona göre yaşıyor, o insanlar fark edilir zaten dostlarının sayısı ve niteliğinden. Çevresindeki kalabalıktan demiyorum dikkatinizi çekerim, o kalabalıkların içinde yalnız çünkü çoğu. Ve en kötüsü de doğruyu, gerçeği göremeyenin halidir. Hepimiz düşeriz bu hale ama eminim çoğumuz bir ders alarak devam ederken hayatımıza, yanlış olanı çıkartıp doğruya yer açarız. Yani zarar görmemek adına, güzele yüzümüzü dönüp hayatımızı iyilerle doldurmak adına böyle yapmayı tercih ederiz. Böyle yapmayıp, kötüyü, çirkini, yakışmayanı hayatından çıkarmayan, çıkaramayan insanlarsa sadece kendilerine değil sevdiklerine ya da onları sevenlere de zarar verirler. Biz dokunduğumuzu güzelleştirmek için yaşayan bir grup aptal değiliz! Bir bildiğimiz var bu hayatta, bu yüzden bu kadar içten gülüyoruz sadece 32 dişimizle değil, tüm benliğimizle, kalbimizle. Bu yüzden sevdiğimiz insanlara zarar vermiyoruz, koruyoruz yeri geliyor kendimizden, kıyamıyoruz. O yüzden mutluluk oyunu gibi gelmesin bu mutlu olamayanlara, bu hayatın ta kendisi, bizim için en büyük gerçeği. Bu yüzden yanımızda bizimle iş için güç için, geyik için, sohbet için kısacası çıkarları için değil de gerçekten olmak istedikleri için olan onlarca insan var. Biz gerçek insanlarla, gerçek ilişkiler yaşayıp gerçek diyaloglarla gerçek masallar yazan bir grup insanız şu dünyada. O üzerinde yaşadığınız sömürdüğünüz dünyada hala güzel olan bir şeyler varsa bu da bizim gibi insanlar sayesinde oluyor aslında. Bu yüzden bu dünyada tek başınaymışçasına yaşayan, kararlarını sadece kendi çıkarları doğrultusunda veren, hayatında olup bitenin, eylemlerinin, hayatına aldığı insanlarının eylemlerinin sonuçlarını düşünemeyen ve amaçlayarak ya da amaçlamayarak sevdiği insanlaraa maddi manevi zarar veren, onları koruyamayan herkesi omuzlarından tutup silkeleyip "Yalnız kalacaksın, yalnız!" diye uyarasım var. Aptal insana da tahammülüm yoktur ama en fenası bencil insan bence. Düşünsenize kimseyi düşünmeden, sadece kendi keyfine göre yaşayan birini kim ister ki hayatında? Dünyanın en güzel kadını, en havalı erkeği de olsa antipatik gelmez mi size? Daha geçen gün konuştuk dostlarla; yanındaki kız arkadaşı, sevgilisi rahatsız olur diye, karşı cinsten sevdiğimiz bir arkadaşımıza rastladığımızda nasıl selam vereceğimize bile 40 defa düşünüp öyle karar veriyoruz biz. Hassas dengeleri bozmamak adına, değer verdiğimiz belki de sadece bir sınıf arkadaşımızın hayatında herhangi bir hoş olmayan diyaloğun nedeni olmamak adına kafatasımızın içindeki beynimizi kullanıp elimizi de vicdanımıza götürüp aklımıza eseni değil de en doğru olanı yapmaya çalışıyoruz da yapmayanın aklından kalbinden zoru ne? Bu kadar mı zor bir insana, hayatına ve sevdiği insana saygı duymak? Duyamayanların kaçının hayatında şimdi o sevdiği insanlar, o sevgililer, o dostlar? Hayatımıza, varlığımıza, beğenilerimize, zevklerimize, başarılarımıza, yaptıklarımıza, yapamadıklarımıza ve her şeyden önce sevdiklerimize saygı duyamayanları; bizi tanımadan, hissetmeden, bilmeden sevdiklerini sananları hayatımızdan çıkarmadan bu dünyada bize huzur yok a dostlar. Dost olalım, sevgili olalım, abla-abi olalım hepimiz, hayatına girdiğimiz insanlardan sorumluyuz, uzaktan bakmak olmaz, kalbe girmek orayı tanıyıp orada kalabilmek lazım. Empati kurmak lazım, ben ben ben diye başlayan cümleleri bırakıp "O" diye düşünüp adım atmak lazım bazen. Zor değil korkmayın, kendinizi düşünürken yanında başka birini de düşünerek attığınız her adımdan sonra karşınızda size bakıp gülümseyen yüzü görmeye değer inanın.
Empati kuralım, kurmayanları uyaralım, sevelim sevilelim. :) Çok damar olacak belki ama yokluğumuzda, hatta ebedi yokluğumuzda düşündüğümüz kadar düşünüleceğiz ve o günün ne zaman geleceğini, o gün gelene kadar asla bilemeyeceğiz.
Mutlu kalın, sevdiklerinizle ve sizi sevenlerle kalın. Ben öyle yapıyorum, çok güzel oluyor. :)

15 Şubat 2011 Salı

Looklet diye bir şey varmış.

Hiçbir zaman moda delisi biri olmamışımdır ama söz konusu kıyafet ise çoğu dişi gibi benim de ayrı bir ilgim olduğu inkar edilemez bir gerçek. Ama hiçbir zaman moda diye vitrinde her gördüğünü giyen, beğenen biri de olamadım. Mesela küçükken her gördüğü Barbie bebeğe sahip olmak isteyen kızlardan değidim. Bir tane isterdim, alırdım onu. Sonra özenle kıyafetini çıkartır ve evde bulup bulabileceğim her türlü kumaş, kurdale gibi malzemelerden, önce çizip sonra dikerek hayalimde canlandırdığım kıyafetleri yaratır ve elimde manken olarak kullandığım bebeğime giydirirdim. Aynı şekilde, gazetelerin verdiği karton bebeklere de benzer taktiği uygulardım. İlk başlarda gazetelerin verdiği bebekleri alıp üzerlerine kendim kıyafet çizip keserdim. Daha sonraysa gazetelerin verdiği bebekleri de beğenmeyip kendi karton bebeklerimi yapmaya başladım. Gerçi o dönemlerde her türlü oyuncağımı kendim yapıyordum. Kartondan evler, kendi yaptığım Şans Yolu ve Çarkıfelek oyunu bunlardan hatırladıklarım. Neyse lafı fazla uzatmayayım, bütün bunları kendim yaparken oyunlardaki ya da bebeklerdeki her türlü ayrıntıya kendim karar veriyor olmam, aldığım zevkin en büyük nedeniydi belki de. Ne yazık ki kıyafet söz konusu olduğunda ve gerçek hayata döndüğümüzde her istediğimiz modeli bulmak, almak, giymek pek kolay olmuyor. Belki de bu yüzden bu oyunlar, bebekler bu kadar ilgimizi çekiyor. Bu gün ben de, var olan parçalarla bize kıyafet kombinasyonu imkanı sağlayan çok güzel bir site buldum. Çocuk oyun sitelerinde çokça vardır böyle oyunlar, yok şunu giydir, yok bunu süsle diye. Ama bu sitedeki modellerin ve elbette kıyafetlerin gerçekçiliği, yarattığınız sonuçtan oldukça tatmin olmanızı sağlıyor. Gördüğüm kadarıyla Hey Girl yaş grubu kızların akın ettiği bir yer olsa da, orada kimlerin olduğundan çok benim orada neler yaptığım önemli olduğundan bu durumun çok da umurumda olduğunu sanmıyorum. Buraya üye olduğunuzda yaptığınız kombinasyonlar diğer üyeler tarafından beğenilip oylanabiliyor ve diğer pek çok platformdaki takip mantığı burada da var. Günüm çok da dolu geçmezken, Facebook'da bir arkadaşımın yaptığı güzel kombinasyonu görerek tanıştığım bu site beni epeyce bir oyaladı, iyi de oldu. Siz de o çocukluğumuzun bir döneminde elimizden düşmeyen karton bebekleri benim gibi özlediyseniz mutlaka bir göz atmalısın. Kıyafetlerin ve aksesuarların gerçek tasarımcıların gerçek modellerinden oluştuğunu size söylememin de bu sitenin dikkatinizi çekmesinde epey bir faydası olur sanıyorum ki. :) Aaa sitenin adını söylemedim mi yoksa? Buyurun buradan girin o zamansa: http://looklet.com

Bu da benim ilk Looklet deneyimim. Gerçekten bu modelin üzerindeki her bir parçaya sahip olmak istiyorum. Güzel hatunun saç ve göz rengi de dahil olmak üzere.

Bu eğlenceli siteyle tanışmama vesile olan sevgili M.Y'ye teşekkürlerimi sunuyor, herkese dolu dolu geçecek renkli günler diliyorum.
Mutlu kalın.

8 Şubat 2011 Salı

"Aşk Tesadüfleri Sever"


"Bence "Aşk Tesadüfleri Sever" filmine sevgilisi olanlar gitmemeli. Hayatı boyunca biri tarafından gerçekten bir aşkla sevilmediği ya da hiç gerçekten aşık olmadığı gerçeklerinden biriyle belki de ikisiyle birden yüzleşebilecek kadar güçlü değilken çoğunuz(çoğumuz), hayatında biri olanlar için bu zorluğun iki katına çıkma ihtimali var. Filmi sevmeyenlere saygım sonsuz ama ben daha güzel bir aşk filmi izlememiştim."
Dün akşam "Aşk Tesadüfleri Sever"i izledikten sonra aynen böyle yazmıştım facebooka. Bir şey yazmalıydım çünkü, içimde dışarı atmadan kurtulamayacağım büyüklükte bir duygu yoğunluğu vardı. Film şöyle güzeldi böyle güzeldi demek anlamsız ve yersiz olacaktı. O yüzden filmin benim üzerimde bıraktığı en derin etkiyi paylaşmak istedim. Çünkü sevgilisi olan , uzun yıllardır bir ilişkisi olan, ömrünün çoğunu aynı insanla evli geçiren çok kişi var ama hepsinde var mı AŞK? Yıllarca uyandığında yanında aynı insanı görüp ve her sabah o insana dokunduğunda kalbi aşkla çarpabilen, sadece yanında o olduğu için bile mutlu olabilen, tüm egolarından sıyrılıp sıkmadan, karışmadan, onun varlığının her zerresine saygı duyabilen kaç insan var ki? Hep beğenildik, birilerinin sevgilisi olmamız istendi de kaçı bize böyle aşıktı? Gerçekten de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak eminim. Aşk; hayatımdaki çoğu insanın bana kanıtlamaya çalıştığı gibi sıradan bir heyecan, gelip geçici bir heves, uzun yıllar değil sadece bir süre devam eden, fazla abartılan bir duygu değil. İşte tam kendi masalsı aşk inancımdan bile şüphe duymaya başladığım zamanda imdadıma yetişti bu film. Ona sadece film demek de çok eksik kalıyor ki ben dünden beri, durup dururken oradaki sahneleri düşünüp sanki gerçeklermişçesine etkilenip hiç sebep yokken gözlerimden damlalar süzülürken buluyorum kendimi. Pencereden süzülen güneşe önce gülümseyip sonra ağlıyorum. Aşk gerçekten var ve o öyle yüce bir duygu ki bazılarının küçük hayatları, dar bakışlarının içine dahil olup kendini gösteremeyecek kadar büyük kalıyor çoğu zaman. Ama ben bu filmi izlerken onu gördüm; daha önce hiç görmediğim, hiç anlatılmadığı kadar güzel bir şekilde hem de. "Zaferlerim"in çaldığı o karanlık sahnede, adamın canı yana yana kucağında taşıdığı o kadına hissettiğinin aşk olduğunu anladım. Redd, "Nefes bile almadan seviyorum seni" diye söylerken de aşk vardı. Müzikleriyle de kalbimin tam ortasından vurdu beni, bu kadarını gerçekten beklememiştim. Yıllar önce dolaylı yoldan myspace sayesinde, daha albümleri bile çıkmadan şarkılarını dinleyip sevdiğim Ankaralı grup TNK'yi de bu filmde görüp dinlemek ayrı bir anlamlıydı benim için.

Çoğu insanın sandığı üzre asla bir "Issız Adam" vakası da değil bu yaşanan duygu yoğunluğu, ya da film kesinlikle "Cesaretin var mı aşka?" ile kıyaslanmamalı, çünkü gerçekten alakası bile yok. Ben, aşkın daha güzel anlatıldığı böyle bir film daha izlemedim. Titanic vardı küçüklüğümden beri "AŞK" denince aklıma gelip acıtan ve yeri çok ayrı olan ama bu filmdeki "AŞK"ı izledikten sonra hepsi o kadar anlamsız kalıyor ki. Öyle vıcık vıcık aşk filmlerinden de değil. Mum ışığında yenen yemekler, romantik müzik eşliğinde dans eden bir çift gibi şeyler görmeyeceksiniz asla ama öyle bir vuracak ki sizi. İnsan düşünüyor, yok mu gerçekten böyle bir aşk yaşayan? Ya da yaşatan? Var elbette? Yaşandı mı da böyle olmalı zaten aşk. Böyle büyük olmalı, böyle sınırsız, kutsal... Yaşanmayacaksa da kandırmamalı kimse birbirini; gerçekten aşık olmadan hemenecik alışıp birbirine, alıştığı düzenden vazgeçmemek adına korkakça yıllar yılı beraber olup zehir etmemeli kimse kimsenin hayatını. Aşk bu, senine aynı olanla ya da en iyi anlaştığınla yaşadığın ilişki değil ki bu. Belki de senden çok farklı olanla ama farklılıklarına bile, seni sen yapan her şeyle birlikte en çok saygı duyan,hayran olabilenle ve hatta ne yaptığınla ilgili hiçbir fikri olmasa bile sırf sen yapıyorsun diye onu sevebilenle arandaki mucizevi duygu değil mi aşk? Kesinlikle ikna etmeye çalışmayın beni yok öyle bir dünya, yok öyle bir erkek-kadın, yok öyle bir aşk falan diye. Hiçbirinize inanmıyorum, boşuna uğraşmayın! Ben yaşam enerjimi "AŞK"tan ve güzelliklerden alıyorum. Sokakta kıvrılıp uyuyan kediye, gökyüzünde parlayan güneşe, o yerdeki gökteki pırıl pırıl maviye, capcanlı her renge, lezzetli bir yemeğe, sıcacık bir gülümsemeye, güzel olan her şeye aşığım ben. Onları her gördüğümde kocaman gülümseyip selam verip mutlulukla devam ediyorum yoluma. Yaşadığı hayatın değerini bilemeyip, olur olmaz şeyleri kendine dert edip, hep bardağın yarısındaki boş kısmı gören, kendi hiçbir çıkarı olmadan sadece başka birini mutlu etmek için bile hayatında tek bir şey yapmayan insanlar anlatmasın hayatı bana, çünkü onların yaşadığı hayat değil, kendi kafeslerinde, anahtarı avuçlarında yaşıyorlar haberleri bile yok. O yüzden ben "AŞK"ı da, ona inananı da çok seviyorum. O yüzden bu filmi çok ama çok sevdim.

Sadece aşk mı peki bu filmi güzel kılan? Elbette hayır? Başrolünden en yan rolüne kadar herkes öyle hakkını vererek oynamış ki rolünü, izlerken sinema salonunda olduğumu unuttuğum çok oldu. Türk Filmlerini izlemeyi hatta izlemek için sinemaya gitmeyi genellikle tercih etmeyen biri olarak bu filme daha en az bir 3-4 kere gideceğim diyebilirim.

Bahsedecek çok şeyim var ama fonda filmin müzikleri çalarken dalıp dalıp gidiyorum, kafam dağılıyor, kelimeleri toparlayamıyorum. En iyisi siz gidin izleyin, pişman olmazsınız. Benim gibi aşka aşık olmasanız da gidin, size gösterdikleri duygulara inanmasanız da onlar güzel şeyler, kalbiniz varsa eğer ona dokunup size güzel şeyler hissettrimesi lazım. Hissettirmiyorsa da boş verin zorlamayın, Kurtlar Vadisi'ne bir bilet alın, keyfini çıkarın.

Dediğim gibi artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 3 günlük dünya, mutlu olmak için değil de ne için yaşıyoruz ki? Aşk o kadar güzelse benim olsun, değilse de kim isterse onun. Ben mutlu olamayacaksam, kelebekler gibi rengarenk kanatlarımı çırpıp uçamayacaksam göklere, uçuramayacaksam ne anlamı var ki hayatın?

Aşkla dolu mutlu günler diliyorum.